Perşembe, Ekim 25, 2007

sınır ötesi


Bugün ilaç yazdırmaya gelen emekli bir General’e sınıfını sordum, piyade imiş.
“Ne diyorsunuz, sizce Kuzey Irak’a girmek terör sorununu çözer mi?” diye sordum.
“Sorunu çözmez ama artık girmek zorundayız; halkta büyük infial oluştu, her ilçede mahallede sokaklara döküldü, bir şeyler yapılmasını istiyorlar,
ayrıca kürt liderler de Türkiye için hep konuşur hiçbir şey yapamaz havasına girdiler, hatta geçenlerde öyle bir demeçleri oldu” dedi.
“Peki sizce Amerikalılarla bir çatışma olur mu?” diye sordum.
“Sanmam, Amerika zaten orada bataklığa batmış durumda, bir de bizimle çatışırsa olaya İran girer, Suriye girer, Rusya girer, üçüncü dünya savaşı çıkar. Zaten Putin geçenlerde İran’da çok sert konuştu, ‘artık ekonomimizi içişlerimizi düzelttik, saldıracak gücümüz var’ demeye getirdi” dedi.
“Genelkurmay Başkanını nasıl buluyorsunuz?” diye sordum.
“Benim alt devrelerimden, iyi çocuktur Yaşar, akıllıdır” dedi.
“Selefi ile kıyaslarsak
bu dönem hangisinin görevde olması daha iyi olurdu?” diye sordum.
“Hilmi de çok akıllı bilgilidir, ama şimdiki daha cevval, bu daha iyi” dedi.
Kendisinin bölgede görev yapıp yapmadığını sordum?
60’lı yıllarda uzun süre Güneydoğu’da çalışmış.
“O zaman bu kürt meselesinin temelleri atılıyordu, bizim istihbarat birimlerimiz bunu tespit etmişti, bildirdik ama hiç bir şey yapılmadı. Özal kalktı üç beş çapulcu dedi, sonra mesele bu hallere geldi” dedi.
“Sizce bu mesele nasıl çözülebilir?” diye sordum.
“Bu iş askeri operasyonla Irak’a girmekle çözülmez, çözülecek olsa şimdiye kadar çözülürdü, zaten halihazırda benim bildiğim orada bir taburumuz var” dedi.
“Nasıl yani Irak’ta askerimiz varsa tezkere niye çıkarıldı?” dedim hayretle.
“Onu bilmiyorum, ama daha önce bu Barzani ile Talabani’nin arasını yapmak için girdik, şimdi bunlar birleşti bize dikleniyorlar” dedi ve devam etti “Çözüm için önce bölgedeki feodal düzeni kaldırmak gerekir. Bu düzen sürdükçe sorun çözülemez, zira bölgeyi kalkındırmak için yapılan tüm harcama ağaların cebine gidiyor, Çiller zamanında 3 milyon dolar mı ne gönderdiler bölgeye hepsi ağalara gitti. Korucuların bile maaşlarını ağaları alıp onlara gıdım gıdım veriyorlar. Halkın refah düzeyi hiç artmıyor. Sonra biz millet olarak çok iyi niyetliyiz, ama milletlerarası ilişkilerde iyi niyet olmaz. Biz yüzümüze güldüler mi hemen elimizdeki bütün kozları bırakıyoruz, oysa Amerika olsun, İran olsun iyiliği gıdım gıdım sıkışınca yapıyorlar”

Fotoğraflar şehit er Lokman Eker ve protesto gösterileri.

sahtecilik

Bugün deterjan üretimi ve satışı yapan bir hasta, burun tıkanıklığı için sprey yazdırma isteğiyle başvurdu.
Açık olarak kiloyla satılan deterjan ve sabunların neden bu kadar ucuz olduğunu sordum.
“E su götürür bir iş de o yüzden, içine su koyarsan ucuzlar” dedi.
Açık satılan markalı ürünleri sordum,
“Çoğunlukla sahtedir. Bakın Doktor Bey, Türkiye’de her şeyin sahtesi var, bizim alanda en çok Calgon, Ariel, İpana, Pantene ve İpek şampuan’ın sahtesi yapılıyor. Öyle ki Calgon’un sahtesi bazen marketlere bile giriyor”
dedi.

İpek şampuan pek pahalı olmadığından sahtesinin yapılmasını garipsediğimi söyledim.
“Ucuz ama sürümü olan bir mal, hem yabancı şampuanlardan da hiçbir farkı yok aslında, içindeki maddeler aynı. Adam litresini 60 kuruşla maledip 1,5 liraya üç kamyon satıyorsa karı da büyük oluyor”
dedi.


Burun spreyini uzun süredir kullandığından tıkanıklığa yol açanın bizzat burun spreyi olduğunu, rebound (geri tepme) etkisi ile burnunu önce açıp, ardından daha fazla tıkadığını, çarenin biraz zor da olsa bunu bırakmak olduğunu anlattım.
Burnunu sık sık musluk suyu ile yıkamasını tavsiye ederek dekonjestan tablet yazdım.

Resimler Çin malı taklit spor malzemeleri

Salı, Ekim 23, 2007

makedonya 1945


Bugün prostat ilacı yazdırmaya gelen bir hastanın 75 yaşında olduğunu öğrenince çok genç gösterdiğini söyledim.

"Ben çok meyve yerim"
dedi. Eti pek az yer, hep zeytinyağı kullanır, tereyağ, pilav, makarna yemezmiş.
Memleketini sordum, Makedonya'lı imiş, 1956 yılında göçmüşler.
“Biz Üsküp’ün dağlarındanız, geçinmek için keçi beslerdik, dağdan ağaç kesip odun kömürü yapardık. O nalet Tito, savaştan sonra ikisini de yasaklayınca aç kaldık, şehre inip inşaatlarda çalıştık. En sonunda taa 1914 te Türkiye'ye kaçıp Ödemiş'e yerleşen bir amcamın gönderdiği davetiye ile biz de buraya geldik, beğendik kaldık. İstersek bir sene içinde geri dönme hakkımız da vardı” dedi.
“Davetiyesiz gelinemiyor muydu?” diye sordum.
Davetiye, gelenlerin 1 yıl boyunca yeme içme ve konaklamalarının davet sahibince karşılanacağına dair verilen bir taahhütmüş. Eğer gelenler şikayet ederse devlet hesabını davet sahibinden soracakmış
“Ama öyle bir şikayet hiç olmadı tabii, Ödemiş’e de hiç gitmedik, ne yapalım orada, biz otuz kişilik kafile İzmir’de Çamdibi’ne yerleştik, tütünde çalıştık, evler yaptık, emekli olduk” dedi.
Makedonya’da savaş yıllarında almanlarla münasebeti olup olmadığını sordum. "Tabi bizim köye de geldiler, zaten yenilmişlerdi, geri çekiliyorlardı. Ben o zaman çocuktum,askerler bize yakalayıp getirdiğimiz kaplumbağa başına para verirlerdi” dedi.
“Ne yapıyorlardı kaplumbağayı” diye sordum merakla.
“Pişirip yiyorlardı. Önce ateş yakıp üzerine koyuyorlar, hayvan kaçmak için kafasını çıkartınca bir vuruşta kafayı uçurup, sonra kabuğun içinde pişen kaplumbağanın kabuğunu kırıp afiyetle yiyorlardı” dedi.
“Açlıktan mı yiyorlardı?” diye sordum.
“Yok çok faydalıdır kaplumbağa eti, Almanya’da kilosu 300 marka satılır, ufacık konservesi 67 marktı” dedi.
“Sen yedin mi hiç?” diye sordum, hiç yememiş, içi almamış.
Savaş yıllarında çok açlık sefalet olmuş.
“O nalet Tito 17-45 yaş arasında bütün Bosna’lı erkekleri savaşa sürdü, almanlara kırdırdı, üç ay içinde yenildi teslim oldu.
Savaştan sonra Bosna’da erkek kalmadı. Bizim ordan Bosna’ya kadın almaya gidenler oldu, erkeksiz kalan kadınlar, güzeli çirkini pazarda afedersin hayvan pazarı gibi bekliyorlarmış, bir adam gelsin bizi alsın, sahip çıksın da karnımız doysun diye”
dedi. Köylerine Bosna’lı çok gelin gelmiş o yıllarda.
“Neden sadece Bosna’lıları kırdırdı?” diye sordum.
“Onlar sırptan dönme oldukları için kızıyordu herhalde. Bosna’lıların özleri sırp , dilleri Sırpça ama Osmanlı egemenliğinde İslamı seçmişler” dedi.

Cuma, Ekim 19, 2007

telekom grevi


Bugün Telekom’da çalışan bir memur ayağını burkma sonucu başvurdu. Kurum doktorları da greve gittiğinden muayene olamamış. Neden greve gittiklerini sordum.
“Maaşlar arasında çok fark oldu, şefle memur arasında 1-1.5 milyar oynuyor” dedi.
Kendisinin greve katılıp katılmadığını sordum.
“Biz memur olduğumuz için katılamıyoruz” dedi.
Telekom satılınca çalışanlara devlet memuriyetinde kalmak isteyip istemediklerini sormuşlar. Kalmak isteyenler memuriyetleri korunarak devlet tarafından 5 yıllığına Telekom’a kiralanmış, maaşlarını Telekom ödüyormuş, ama devletin verdiği her türlü zamdan ikramiyeden yararlanıyorlarmış. “Hatta vergi matrahının artışından kaynaklanan farkı bile ödüyorlar bizim için” dedi.
“Nasıl yani sizin gelir verginizi de Telekom mu ödüyor yani” dedim, öyleymiş.
Memuriyetten ayrılıp işçi statüsüne geçenlere ise 4 yıl boyunca hiçbir iyileştirme yapılmamış.
En düşük maaşı sordum, eskiden aynı düzeyde maaş alan ikinci derecedeki memurlar şimdi 1300 lira, işçiler 1000 lira alıyorlarmış.
"Siz grev olmasına rağmen çalışıyor musunuz şimdi yani?” diye sordum.
“Kapıdakilerden geçip de içeri gelen olursa çalışıyoruz” dedi.
“Sokmuyorlar mı içeriye?” dedim.
“Böyle bir yetkileri yok, kendileri de içeriye giremiyorlar, ama dışarıda bekleyip gelenlerle konuşup, fatura yatıracakları özel veznelere yönlendiriyorlar” dedi.
“O zaman bu grev işinden en karlı çıkan özel vezneler” dedim
“Evet, faturanın % 10 unu alıyorlar, sadece kredi kartı ile ödemek isteyenler bize geliyor, çünkü özellerde kredi kartı olmuyor”
Kesilen kabloları sordum.
“Bizimkiler kesiyor tabii ki, yoksa işi bilmeyen fiber kabloyu bulup kesemez, hem anlaşıp hepsini aynı saatte kesiyorlarmış” dedi.
“Kim tamir ediyor kabloları peki?” dedim
“Kim olacak, memur statüsünde olup greve gitmeyenler, bir grup yapıyor, bir grup düzeltiyor” dedi
“Greve gidenler içeri de giremiyorlarsa nerede bekliyorlar?” diye merak ettim.
“Kapıda bir iki nöbetçi soğukta üşüyor, diğerleri evde istirahatte” dedi gülerek.

Ayağı için Voltaren gel/Use ext. yazdım, ve fazla sarkıtmamasını önerdim.
İstirahat verme teklifimi, yerine bakacak kimse olması sebebiyle redetti.



Çarşamba, Ekim 17, 2007

kıtlık

Bugün 1926 Yozgat doğumlu bir hasta kalp ilaçlarını yazdırmak için başvurdu.

Kendisine Mahmut Makal’ın Bizim Köy adlı kitabında bahsettiği büyük kıtlık yıllarını sordum. O yıllardaki kıtlık da susuzluktan mı kaynaklanmış diye merak ediyordum.


“Yok , o zaman su vardı, hatta fazlası vardı sel oldu ekini götürdü. Soğuk oldu, ekinler boy vermedi. Kar bile yağdı; hiç unutmam 1941 de sarı kar yağdı neden bilmem , her yer sapsarı kesildi” dedi ve ekledi, “Bir de o zaman Erzincan depremi oldu, bizim ordan hep ağaçları kestiler, istasyona taşıdılar, oradan Erzincan’a sevk olundu”.
“Neden ağaç gönderdiler?” diye sordum.
“Ev yapmak için, evin direkleri için” dedi.

İşitmesi oldukça ağır olduğundan ve benim de boğazım ağrımaya başladığından sözü fazla uzatmadan ilaçlarını yazdım.



Salı, Ekim 16, 2007

mırra


Bugün emekli bir kahveci eşine ilaç yazdırmaya geldi. Karnesinden Urfa Birecik’li olduğunu görünce Birecik’te içtiğim meyan şerbetlerini anımsadım ve nasıl yapıldığını bilip bilmediğini sordum.
“Ben bilmem, herkesin bir işi var, onu şerbetçi bilir” dedi.
“Mırra nasıl yapılıyor o zaman?” diye sordum.
“Ha bak onu anlatayım, acı mırra yapmak istiyorsan cezveye fincan başına bir çay kaşığı kahve koyacaksın, kaynatacaksın” dedi.
“Ne kadar kaynatacağız?” diye sordum.
“Yarım saat yeter” dedi.

“Bir gece önceden kaynatıldığını duymuştum” dedim.
“O düğünlerde olur, bizim orda aşiretler kalabalık olduğundan yarım kilo bir kilo kahve kaynatılır, onun cezvesi de büyük olur, yemekten sonra herkese dağıtılır” dedi.

Mırra içen batılı turistlerin ballandırarak anlattıkları fincanı yere bırakırsan altınla doldurma, evlendirme hikayelerinin gerçek olup olmadığını sordum.
“Yok abi öyle şeyler” dedi.
“Üst üste iki fincan içilmesi şartmış, öyle mi?” dedim
“Yok abi yok, isteyen bir içer, isteyen üç” dedi.


İlk fotoğraf Lazkiye'den; önünde duraklayan arabalara ufak plastik bardaklarla servis yapan sokak mırracısı.


Çarşamba, Ekim 10, 2007

pet şişe

Bugün pet şişe üretiminde çalışan bir mühendis boğaz ağrısı yakınması ile başvurdu. Kullanılmış pet şişelerin üretimde yeniden kullanılıp kullanılmadığını sordum, kullanılamıyormuş.



“Hammadde Kore’den, Rusya’dan granül olarak geliyor, ufak silindirler şeklinde üretime hazırlanıyor. İsterseniz size getireyim, çok güzel bir görüntüsü var silindirlerin, yeşili, kırmızısı, altın rengi koy seyret, o kadar yani”
dedi.





Şişe dibindeki çıkıntının neden oluştuğunu sordum. Merkezi belirlemek içinmiş. 3-4 santim uzunluğundaki silindir kalıba koyulup ısıtılarak önce 15 bar basınçla uzatılıyormuş. Uzama tamamlanınca bu kez 40 bar basınçla pat diye şişirilip kalıbın şeklini alıyormuş. Kullanılıp atılan pet şişelerin neye dönüştürüldüğünü sordum. Naylon leğen kova yapılıyormuş. Boğazında enfeksiyon bulgusu olmadığından Gerakon f tb 3x1 yazdım ve bol limon mandalin tüketmesini önerdim


Pazartesi, Ekim 08, 2007

kız kaçırma

Bugün uykusuzluk yakınması ile başvuran 76 yaşında bir hasta sıkıntılarının başlangıcı olarak 50 yıllık eşinin kaybını gösterince eşiyle ilgili biraz konuşmak istedim, ve nasıl tanıştıklarını sordum. 18 yaşlarındayken yoksul olduğu için, yaşadıkları köyde kimse kendisine kız vermiyormuş.

Bir gün arkadaşıyla bu konuyu konuşarak dağdan, odun kesmekten dönerken komşu Çerkes köyünden bir baba kızın tarladan döndüğünü görmüşler. Kız çok güzelmiş, arkadaşına "Bu kızı kaçıralım, sen babasını bastır, ben kızı alayım" demiş. Epeyce takip etmişler, bir türlü cesaret edemiyorlarmış, en sonunda köye yaklaşırlarken arkadaşı kızın yaşlı babasını bastırmış, amca da kızı yakalamaya çalışmış. Zaten dağda çalıştıklarından çok yorgunmuşlar, zor olmuş, epey çırpınmış, at arabasının etrafında dönmüşler. En sonunda yakalayıp akrabalarının yaşadığı bir köye götürmüş. İki gece orada beraber kalmışlar. Çerkesler köylerini basmışlar ama kaçakları bulamamışlar. Daha sonra akrabalar araya girmiş, kızın babasını ikna etmişler, 'Bu kızdan artık hayır gelmez, izin ver de evlensinler' demişler. Babası da affetmiş, nikah kıyılmış.
"Yani sen bu kızı daha önce hiç görmemiş miydin amca?" diye sordum.
İlk kez kaçırdığı gün görmüş.
“Peki sana kızmadı mı?” diye sordum.
Kızsa n’oolcak, artık birlikte kalmışız, arada sırada konu açılınca ‘ben seni beğendiğimden kaçırdım, başka çarem yoktu’ diye anlatırdım, hiç konuşmazdı” dedi.
Evlilikleri boyunca rahmetlinin amca eve gelmeden uyuduğu bir gece olmamış. Hep kapının arkasında beklermiş.
Beyin kanaması geçirince yatalak olmuş, çok yaşamaz demişler ama amca o kadar iyi bakmış ki 15 yıl yaşamış.
“Her istediğini yapardım, gece kalkıp yaprak sarardım, mandıradan süt alır muhallebi yapardım” dedi.
Eşinin kaybının elbette ağır bir travma olduğunu, seneyi devriyesi gibi vecibelerini yerine getirmenin acılarını azaltacağını anlattım, ve uzamış yas tanısı koyarak, depresif bulguları da olduğundan Cipralex 10 mg 1x1 yazdım.
Konuşmanın kendisini rahatlattığını söyleyerek teşekkür ederek ayrıldı.

Fotoğraflar Kırgızistan'da kız kaçırma geleneğini anlatan bir belgeselden.


Cuma, Ekim 05, 2007

antep


Bugün 1923 doğumlu genç bir hanım ilaç yazdırmaya geldi.
Memleketini sordum, Antep'liymiş, İzmir’e 1939 yılında gelmiş.
“Antep nasıldı o yıllarda?” diye sordum.
“Çok güzeldi, halkı dürüsttü, mertti, ama tutucu idi. Ben 12 yaşımda çarşafa girdim. Annem tutucu olmamasına karşın mahalleden laf ederler diye çarşafa soktu” dedi.

Sonra nasıl çıktınız?” diye sordum.
“Atatürk emretti, peçeler açılacak, çarşaf çıkacak diye, herkes açtı. Açmayanları da polis yolda gördüğünde peçesini kesip açıyordu, zira pek çok fena adam göğüs takıp çarşaf peçeyle geziyormuş meğerse” dedi.
“İtiraz eden kavga çıkartan olmadı mı?” dedim.
Atatürk emretti diye olmamış, ama sonra başörtüsünü kıvırıp ağzı kapatma usulü çıkmış.
“Şimdi bir açıldı, pir açıldı, kabak çiçeği gibi oldu” dedi.
O yıllarda Suriye'den çok kaçak gelirmiş, dokuma tezgahlarında çalışırlarmış. Her gece sınırdan silah sesleri gelirmiş, sınırı kaçak geçmeye çalışanlara ateş ederlermiş.

“Antep çıbanı yaygın mıydı?”diye sordum.
“Olmayan yoktu, benim de kolumda vardı. 9 kardeşimin hepsinde, annemde de vardı. Yeni doğmuş bebeği ne kadar tüllere sararsak saralım sinek yine de sokar yara uzun süre işlerdi. Zaten yüzünde çıban olanlara, burnu yamulanlara uzaktan ‘ha bu Antepli derlerdi’ dedi.

Fotoğraflar Antep'te 80 yaşındaki katmerci


Çarşamba, Ekim 03, 2007

şabat


Bugün askerlik dönüşü işe başlamak için sağlık raporu almak isteyen Musevi bir genç başvurdu.
Askerliğinin nasıl geçtiğini, bir sıkıntı çekip çekmediğini sordum. Dinle ilgili hiçbir sıkıntısı olmamış. Hatta komutan bir sıkıntı yaşarsa direk kendisine söylemesini emretmiş.
“Yalnız garip bir şey yaşadım, herkese mesleğine göre bir iş verilirken bana sen Musevi'sin para işlerinden iyi anlarsın deyip banka, hesap işlerini verdiler, hatta komutan saati bozulduğunda bile çarşıya beni gönderiyordu; sen en iyi tamirciyi bulursun , en ucuza pazarlık edersin diye, halbuki ben bulunduğumuz şehirde hiç saatçi bilmiyordum” dedi.
Ramazan nedeniyle bir sıkıntı yaşayıp yaşamadığını sordum.
“Yok, geçenlerde bizim de tek günlük orucumuz vardı zaten” dedi.
Cumartesi ibadetlerinin hala uygulanıp uygulanmadığını sordum.
“Çok sıkı uygulamak pek mümkün değil ama nadiren tüm kurallara uymaya çalışanlar var. Örneğin evin ışıklarını bütün gece açık bırakıyorlar, apartman otomatına kibrit sıkıştırıyorlar ki elektrik düğmesine dokunmak zorunda kalmasınlar” dedi.
Bu ibadete İbranice’de şabat, Türkçe'de sebt denirmiş. Cumartesi günleri çalışılmaz, ateş yakılmaz , elektrikli alet çalıştırılmaz, alışveriş yapılmazmış.
"Neden böyle bir ibadet konulmuş olabilir?" diye sordum.
“Bu inanış Tanrının dünyayı 6 günde yaratıp 7. gün dinlendiği hikayesinden çıkmış.Eski çağlarda insanlar bir gün dinlensinler, ateş bile yakmasınlar, yemekle uğraşmasınlar diye koyulmuş, ama modern çağla işte, elektrik yakarsan kıvılcım çıkar diye modifiye etmişler. Alışveriş işi de para harcamamak için aralarda bir yerlerde konuya dahil olmuş herhalde" dedi gülerek.




Pazartesi, Ekim 01, 2007

merkez valiliği


Bugün emekli bir vali ilaç yazdırmak üzere başvurdu. Kendisine nasıl vali olduğunu sordum. Esasen idari amirler mülkiyelilerden çıkmakla birlikte kendisi hukuk fakültesini bitirdikten sonra önce kaymakamlık , vali yardımcılığı, sonra da üç ilde valilik yapmış. Kaymakamlık yapmadan da vali olunabiliyormuş, bakanlar kurulu uygun gördükten sonra dışardan bir kişiyi de vali olarak atayabilirmiş.

"Lale Aytaman öyle Muğla valisi oldu ya” dedi.

Merkez valiliği yapıp yapmadığını sordum.

“13 yıl yaptım” dedi.

Merkez valilerinin ne iş yaptıklarını sordum.

“Hiçbir iş yapmazlar” dedi. İşe gitme zorunluluğu da yokmuş, zaten sabit bir işyeri de yokmuş. Ankara'da bakanlıkta, ayrıca İzmir ve İstanbul’da toplandıkları birer odaları varmış, isterlerse gidip o odada sohbet ediyorlarmış. Bazen yerel idarelerle ilgili komisyonlarda görev alıyorlarmış, ama komisyon yasa tasarısını hazırladıktan sonra tasarı rafa kalkıyor bir daha gündeme gelmiyormuş. “Bir kere de sınır anlaşmazlığı için çağırdılar ben gitmedim” dedi. İller arasında sınır anlaşmazlığı olduğunda bilirkişi olarak görevlendiriliyorlarmış. Merkez valiliği yıllarca sürebilirmiş.
Maaş farkı olup olmadığını sordum. Valilik yaparken maaş biraz daha artıyormuş.

Fotoğraflar 1978 mezunu Mülkiyelilerin Sitesinden