Perşembe, Eylül 27, 2007

erasmus


Bugün Erasmus programı ile yurtdışına gidecek olan bir öğrenci yanında götürmek üzere soğuk algınlığı ilaçları yazdırmaya geldi.
Bu programı duyuyordum ama bilmiyordum, O anlattı:


Erasmus ortaçağda Rotterdam'da yaşamış bir felsefeci imiş. Zamanında bütün Avrupa'yı dolaştığından ve humanizmin kurucularından sayıldığından AB'ye ait bu öğrenci değişimi programına onun adını vermeyi uygun görmüşler.

Programa başvuru için sadece üniversite öğrencisi olmak ; derslerden ve yabancı dilden belli bir puanı yakalamak yeterliymiş. Mülakatta da nasıl bir insan olduğunu değerlendiriyorlarmış.

Başvuru için bir ücret gerekmediği gibi ayda 400 euro da burs veriyorlarmış. Yalnız uçak bileti ve vize gibi masraflar öğrenciye aitmiş.
Gittiği ülkede geçireceği altı ay buradaki eğitimine sayılacakmış.

Erasmus ve Deliliğe Övgü hakkında detaylı bilgi için

Çarşamba, Eylül 26, 2007

meteoroloji


Bugün bir meteoroloji teknisyeni çocuğunu muayeneye getirdi. Sohbet ederken gözlem için uçurulan meteoroloji balonlarının daha sonra ne olduğunu sordum. Ben hep bunların bir insanın kafasına düşmesinden endişeleniyordum.
Bu balonlar Türkiye’de sekiz noktadan dikey gözlem yapmak için düzenli olarak gönderiliyormuş. Ölçüm cihazı ufak bir balona bağlı kitap büyüklüğünde straforla kaplı bir kutuymuş. İçinde devreler varmış, pek o kadar ağır değilmiş.
Balon yeterince yükselince patlıyor, kutu da yere düşüyormuş. Daha önce Samsun’dan uçurulan bir kutu Rusya’ya düşmüş, köylüler ne olduğunu anlayamayıp haber vermişler. Bir keresinde de bir yolcu uçağının pilotu uçan balonu görüp çarpmamak için telsizle müdahale etmelerini istemiş, ama ellerinden gelen bir şey yokmuş.
Türkiye’de hava tahmininin tutturma yüzdesi ilk 3 gün için % 87 imiş. Bu da oldukça iyi bir oranmış.
Daha önce yerel meteoroloji istasyonunda çalışan bir hastamdan öğrendiklerimin doğru olup olmadığını sordum.
Gerçekten de yerel istasyonlarda çalışanlar, kadolu devlet memuru olarak günde üç kez havayı gözlüyorlar, bulutlu, yağmurlu, vs diye kaydedip başka bir iş yapmıyorlarmış.
“Tam ağaç altına uzanıp yapılacak iş” dedim.
Gülerek “Bizim binalarımız zaten hep bahçeler, yeşillikler içinde izole olur” dedi.

Cuma, Eylül 21, 2007

göcek

Geçen hafta Göcek'te bir yat kaptanından öğrendiklerim:
Göcek'te 4 marina varmış. Merkezdeki Port eskiden Karamehmet'inmiş, borcu nedeniyle Kalkavan'a satmış. Marinalarda 300-400 tekne bağlanabiliyormuş. Koylarla birlikte Göcek'te yazları 2000 tekne bulunuyormuş. Devasa tekneler yabancı bandıralı gözükse de hepsi İstanbul'lu kodamanlarınmış. Yılda iki üç hafta gelir bizi şu koya götür, ya da yunan adalarına gidelim derlermiş. Aslında teknede yaşamayacaksan tekne almak akıl karı değilmiş, kiralamak daha ucuza gelirmiş. Marina ücreti metrekare üzerinden hesaplanıyormuş. Büyük yatlarınki yıllık 10 000 euroyu bulurmuş.
İki haftadır açıkta demirlemiş bekleyen Savarona yatının neden marinaya girmediğini sordum.

Marinaya bağlanmak için çok büyükmüş, bağlansa iskelelerin tonozlarınız sökermiş. "Ancak ilerdeki eski krom iskelesine bağlanabilir" dedi kaptan.
Göcek'te bulunan krom madeninden yıllarca bu iskele sayesinde ihracat yapılmış, ama şimdi sevk kara yolu ile yapılyormuş.

Bir de Portville adlı ilginç bir konut projesi gördüm.
Normal lüks bir siteye benzeyen villaların arası kazılarak kanallar oluşturulmuş, ve denize bağlanmış. Yat sahipleri teknelerinin botlarıyla hiç yere basmadan evlerinin önüne kadar gidip botlarını bağlayabileceklermiş. Kesilen ağaçlar nedeniyle çevre örgütlerinin tepkisine yol açan projede evler 1 milyon lira civarında satılıyormuş.


Pazartesi, Eylül 17, 2007

sülük

Geçen hafta bacaklarda ağrı ve şişlik yakınması ile başvuran yaşı bir teyze her sene sülük yapıştırdığını, çok fayda gördüğünü söyleyince sülükleri nereden temin ettiğini, bu işi nasıl yaptığını sordum.
Sülükleri Kemraltı’ndan alıyormuş. Şişe içinde 6-7 tanesi geçen yıl 3,5 liraymış, bu yıl 15 liraya almış.
“Küresel ısınma fiyatlarını arttırmış” dedi gülerek.
Eve gelince şişenin ağzını bacağına dayıyor, şişenin ağzından çıkan sülükler bacağına yapışıp kan emmeye başlıyorlarmış. Bütün sülükleri bacağının çeşitli yerlerine yapıştırdıktan sonra yarım saat kadar bekliyor, yeterince kan emen sülükler şişip kendiliklerinden düşüyorlarmış. Daha sonra annesinden gördüğü üzre, bacağını arı zeytinyağı ile ovuyor ve 1 hafta su değdirmiyormuş. Düşen sülüklerin üzerine yine annesinin yaptığı gibi tuz atıyor, emdikleri kanı boşaltan sülükleri de tekrar şişeye sokup içine biraz toprak atıp çöpe atıyormuş. “Bazıları tekrar kullanıyor ama ben bir sefer kullanıp atıyorum” dedi.
Şişeye neden toprak koyduğunu sordum.
"Annemden gördüm, herhalde besin olsun diye koyuluyor” dedi.
İşe yarayıp yaramadığını sordum. Çok işe yarıyormuş, bacaklarındaki şilikler azalıyor, ağrıları hafifliyormuş.
Sülükleri başkasının kullanmadığından emin olmasının bulaşıcı hastalıklar açısından önemini anlattım, ve varisleri için konservatif tedavi olarak Doxium tb.2x1 yazdım.

Konu ile ilgili bir haber.

Salı, Eylül 11, 2007

hava harp okulu


Bugün yeni kazandığı havacılık okuluna kayıt yaptırmak için rapor almaya gelen bir öğrenciye okulundan memnun olup olmadığını sordum.
“Aslında hava harp okulunu istiyordum, ama uçuştan kaldım”
“Nasıl yani, hava harp okulu sınavında liselileri uçuruyorlar mı?” diye hayretle sordum. Uçuruyorlarmış.
Hem de benim ilk anda düşündüğüm gibi uçakla havada döndürüp midesinin bulanıp bulanmadığına bakmakla kalmıyor, bizzat manevra yaptırıyorlarmış. Sağlık kontrolünü, yazılı ve sözlü sınavları geçen adaylar son görüşmede bir Generalin karşısına çıkıyorlarmış. Bu sınavı da atlatanlar son aşama olan uçuş için 2-3 gün kurs alıp sonra bir komutan eşliğinde iki kişilik uçakla havalanıp havada uçağın komutasını alıyor, bir takım keskin manevralar yapıyorlarmış. Amaç bu manevraları başarılı bir şekilde gerçekleştirirken irtifa kaybetmemekmiş.
“Bu uygulama yeni mi?” diye sordum.
Hep varmış, hatta eskiden adaylar uçuşun tamamını kendi başlarına yapıyorlarmış, ama bazı kazalardan sonra iniş kalkışlar subaylar tarafından yapılmaya başlanmış. Askeri liseden Hava Harp Okuluna gelenler için girişte böyle bir sınav uygulanmıyormuş. Okul bitiminde uçuşa uygun bulunmayanlar yer subayı oluyormuş.
Sözlü sınavlarda neler sorulduğunu merak ettim.

"Bilgiye dayalı şeylerden ziyade genel duruşuna, üniformayı taşıyıp taşıyamayacağına, hayata bakış açısına önem veriliyor. Bilmen imkansız olan şeyleri sorup tepkilerine bakıyorlar, ayrıca grup halinde görüşme yapılıp liderlik özelliklerin değerlendiriliyor” dedi.
Özel pilotluk fakültelerini niye düşünmediğini sordum. “Oralara giriş çok zor, yine yetenek sınavı ile alınıyor, ama çok torpil işliyor. Ayrca pahalı bir eğitim olduğundan harçları da çok yüksek” dedi

Fotoğraflar Hava Kuvvetleri'nin sitelerinden


Pazar, Eylül 09, 2007

işçi partisi



Haftasonu katıldığım bir düğün yemeğinde İşçi Partililerin yıllardır artmayan bu kadar düşük oy oranlarına rağmen nasıl umutsuzluğa kapılmamayı başardıklarını öğrendim.

Aynı masada oturduğumuz bir İşçi Partisi yöneticisine 30-40 yıllık zorlu bir mücadele, dergi televizyon gibi medya imkanlarına, son zamanlardaki ses getiren Lozan ve Berlin eylemlerine rağmen partinin oyunun bir türlü % 1’e çıkamamasını nasıl değerlendirdiğini sordum.

“İşçi partisinin programı kurtuluşun reçetesidir. Halk henüz tam bilinçlenmedi, aslında gönlü bizde ama oyum yanmasın diye gidip başka partilere oy atıyor” dedi.


“Yıllardır süre giden bu başarısızlığın sebeplerini araştırmak, parti liderini sorgulamak gerekmez mi?”
diye sordum.
Gözlerini kısarak,
“Sandık her zaman yanıltıcıdır” dedi, ve ekledi “Partinin kurtuluş için reçetesi doğrudur, ve eninde sonunda Türkiye’nin kurtuluşu için uygulanacaktır”.
“Ama oylar yıllardır bir gıdım dahi artmıyor, nasıl iktidar olacaksınız?” diye üsteledim.

“Her şey sandıkla olmaz, İşçi Partisi tabanda çok etkili çalışıyor. Tam bağımsız Türkiye için, Kemalist devrimi orduyu da arkasına alarak eninde sonunda gerçekleştirecek. Kitleler hükumeti protesto etmek için meclisin önüne yığıldığında, Başbakan istifa etmek zorunda kalacak. Cumhuriyet mitingleri ile yolun yarısı alınmıştı ama eylemi CHP, DSP sahiplendi, ayrıca strateji hatası yapıldı, hedef laiklik değil tam bağımsızlık olmalıydı”
dedi.
“Peki sizin projeksiyonunuz nedir? Sizce kaç yılda olur bu halkın Meclis’in önünde toplanması işi?” diye sordum
“Bilemem, bu bugünden yarına olacak iş değildir, toplumun hazır olması gerekir. Atatürk de bir günde değil, 150 yıllık bir sürecin sonunda çıktı. Tanzimatla başlayan demokrasi hareketi 150 yılda Cumhuriyet’i kurabildi” dedi.

Fotoğraflar 2007 yılına ait Aydınlık Dergisi kapakları.

Cuma, Eylül 07, 2007

saç düzleştirme


Bugün uzun süre ayakta kalınca baldırlarında oluşan ağrı yakınmasıyla başvuran bir hastaya ne iş yaptığını sordum. Lüks bir kuaförde çalışıyormuş. Saç kesim fiyatını sordum, 15 liraymış.
İyi fazla pahalı değilmiş deyince, "Onunla kalmıyor ki kimse, kimi 100 veriyor, kimi 500" dedi.
"500 veren ne yaptırıyor?" diye sordum.
Kıvırcık saçları düzleştirmek 400 liraymış.

"Bir asgari ücret” dedi.
"Temelli mi düzleşiyor?" diye sordum.
6 ay kadar düz kalıyor, sonra dipten gelen kıvırcıklar için tekrar uygulama yapılıyormuş.
“Neden bu kadar pahalı?” diye sordum.
Kullanılan ilaç 100 lira kadarmış, işlem zormuş, bazen uzun saçlarda 2-3 saat uğraşmak gerekiyormuş.
“Saçı düz olanlar da kıvırcık yaptırıyor değil mi?” diye sordum.
“Tabi o da var, ama o daha ucuz, 60 lira” dedi. Bu işleme ‘Perma’ deniyormuş.

Çalıştığı salon çok büyükmüş, 15 erkek kuaförün yanı sıra manikür pedikür, sir için de pek çok kız çalışıyormuş. Kuaförler 1000 lira aylık yanında, bahşişleri ve gerçekleştirdkleri cirodan % 5 alıyorlarmış.
"Neden bu kadar tutuluyorsunuz?” diye sordum.
Her şey çok temizmiş, havlular Domestos'la yıkanıyormuş, sonra güleryüz varmış; kapıdan girer girmez karşılanıp hangi kuaförü istediğiniz soruluyor, sıra varsa hemen kahve, bitkisel çaylar gibi şeyler ikram ediliyormuş.
Baldırlarındaki ağrının taban çökmesinden kaynaklandığını düşündüm ve ortopedik ayakkabı, ya da tabanlık kullanmasını önerdim.


Çarşamba, Eylül 05, 2007

yaprak biti



Bugün zirai haşeratla mücadele konusunda çalışan bir ziraat mühendisi işe giriş raporu almak için başvurdu.
Kendisine balkonumda yetiştirdiğim süs biberlerinde oluşan küçük yaprak bitleri için ne yapabileceğimi sordum.
DDVP adlı ilacı önerdi.

İlacı bildiğimi ama büyük tarlalara atılabilecek miktarda satıldığından üç kök bibere için almanın uygun olmadığını söyleyince,

“O zaman uğur böceklerini, ya da ışığa gelen küçük yeşil bir zar kanatlı olan altın gözlü kelebekleri yakalayıp bitkinin üzerine bırakırsanız bütün bitleri bayılarak yerler” dedi.
Zaten yaprak bitleri 30 derecenin üzerindeki sıcaklıkta yaşayamazlarmış.

“Eğer sıcak ortamda yaşıyorsa o zaman kırmızı örümcek olabilir. Kırmızı örümceğe karşı da ancak yaprakları tazyikli suyla yıkayabilir, ya da fırçalayabilirsiniz”
dedi.


Salı, Eylül 04, 2007

ucuz rakı






Bugün Gıda Çarşısı’nda içki toptancılığı yapan bir hasta boğaz ağrısı yakınması ile başvurdu.

Ne tür içkiler sattığını sordum. Şarap ve rakı satıyormuş. İçki fiyatları Ramazan’dan sonra artacakmış, çünkü bandrol zorunluluğu getiriliyormuş. Bir koli Şirince şarabı (12 adet) şimdi 25 lira iken bandrolle birlikte ÖTV ödemek zorunlu olacağından 75 lira olacakmış.




"Tabi kimse almaz o fiyata 14 liraya rakı satıyoruz"
dedi. Hangi markaları sattıklarını sordum.
Burgaz, Ata ve Rakı Turka’yı bu fiyattan satıyorlar, bakkallar da perakende 19 liraya veriyorlarmış. Diğer markalar, hele Mey hiç indirim yapmıyorlarmış.






“Bu Burgaz’ın sahibi bir milletvekili mi neymiş, adını söylediler de unuttum. Devlete çok vergi borcu varmış. Satılan içkinin maliyetini alıp gerisini devlete ödüyormuş, o yüzden bu kadar ucuz satmasına izin veriyorlar”
dedi.

Boğazında enfeksiyon bulgusu olmadığından Theraflu f tb 3x1 yazdım ve sıcak içecekler içmesini önerdim.






Pazartesi, Eylül 03, 2007

Tristan Jones


Bu haftasonu Gökova ve İztuzu sahillerinde okuduğum Tristan Jones'un The İncredible Voyage (İnanılmaz Seyahat) adlı kitabı sayesinde hem bu büyük denizciyi tanıdım, hem de bir zamanlar çok meşhur olan Henri Charrière'in Kelebek kitabının kurmaca olabileceğini öğrendim.

Tristan Jones 1969-1975 yılları arasında, dünyanın en alçak (İsrail'de Ölü Deniz) ve en yüksek (Güney Amerika'da Titicaca Gölü) sularında okyanus yelkenlisi ile gezme hedefi peşinde kurt bir denizci.
Seyahati boyunca teknesini Akdeniz'den Kızıldeniz'e (Süveyş Kanalı 6 gün savaşı nedeniyle kapalı olduğundan) kamyon sırtında indiriyor, savaşların hala sürdüğü sularda, Afrika'nın güneyinden Ümit Burnu'nu dolaşıp Brezilya'ya varıyor, teknesini Amazon Nehri boyunca 1600 mil (son safhalarında halatla çekerek) çıkarıyor, ancak açlık ve Amazon Ormanları'nın olumsuz şartları nedeniyle geri dönmek zorunda kalıyor.

İkinci denemesi için daha küçük bir yelkenli ile Kuzey'e çıkıp Panama Kanalı'ndan Batı sahiline geçiyor ve teknesiyle Ant Dağları'nı aşarak hedefini gerçekleştiriyor.
Bu yolculuğu sırasında uğradığı Fransız Guyanası'nda, geçmişte hapishane olarak kullanılan Şeytan Adası'nda önce akıntının ve gelgitin Charrière'in anlattığı hikayeye hiç uymadığını; söylediği gibi hindistan cevizleriyle dolu bir çuval üzerinde anakaraya ulaşmasının imkansız olduğunu, olsa olsa Kuzeybatı'da yüzme mesafesinden çok uzaktaki Tobago'ya çıkabileceğini keşfediyor.
Daha sonra eski bir mahkum olan deniz fenerinin bekçisiyle konuştuğunda, Şeytan Adası'ndan o güne dek tek bir kişinin; İkinci Dünya savaşı sırasında gece liman gözcülüğü yapan bir mahkumun, nöbet kulübesinden bir nevi yelkenli kayık yaparak Trinidad'a kaçtığını ve mahkumun adının kesinlikle Henri Charrière olmadığını öğreniyor.

İlk fotoğraf Tristan Jones, sonuncu Henri Charrière.