Cuma, Aralık 29, 2006






Bugün 80 yaşın üzerinde bir teyze öksürük yakınması ile geldi. Babası üzerinden bakıldığını görünce sordum. Babası Mısır'da Osmanlı ordusunda askerlik yapmış, daha sonra Ayasofya'da bekçi olmuş. İstanbul o zaman İstanbulmuş, şimdi bitmiş. İzmir'de doğup büyümüş, ama Ödemiş'e gelin vermişler. Eşiyle anlaşamayıp ayrılmış. Dört çocukla kalınca çalışmak için Almanya'ya gitmiş. 10 yıl
Kölün'de 4711 fabrikasında çalışmış.
'4711 nedir ?' dedim.
Almanya'nın çok meşhur bir kolonyasıymış. Yılbaşlarında hep hediye edilirmiş. Fabrikada çalışırken istedikleri parfümü sürmeleri serbestmiş, ama dışarı çıkarmak yasakmış. Ayda bir %50 indirimle almalarına izin veriyorlarmış. Almanya'ya gitmek için evlenmek isteyenler olmuş ama evlilikten ağzı yandığı için bir daha evlenmeyi düşünmemiş. Orada kazandığı paralarla İzmir'de ev yaptırmış, şimdi çocukları ile beraber o evde yaşıyorlarmış.

Öküsürüğü soğuk algınlığına bağlı olduğu için

Katarin f tb3x1 yazdım ve bol portakal mandalin, greyfurt tüketmesini önerdim.

Çarşamba, Aralık 27, 2006


Bugün pazarda marul yeşillik satan bir hastam ilaçlarını yazdırmaya geldi. İyi marulun nasıl anlaşılacağını sordum. Artık iyi marul bulunmazmış, çünkü geçen hafta son tarla marullarını satmışlar. Bundan sonrası hep suni gübreli sera marullarıymış. Görüntüsü güzel olurmuş ama lezzeti zayıfmış.

Marulu ortağının tarlasından getiriyorlarmış, ama başka tarlaların malını aldıkları da oluyormuş. Tarla sahibi kaç kök olduğunu söylüyor, başında pazarlık ediliyor, fiyatta anlaşırlarsa kesmeye başlıyorlarmış.
Geçen hafta bir maydonoz serasını kapatmışlar. Sahibi 2000 YTL istemiş, 1200'e anlaşmışlar. 60 000 demet çıkmış.
'Peki tarla sahibi sayı konusunda yanıltamaz mı? diye sordum. Belli olurmuş, önce bir karıktakini sayıp, daha sonra ne kadar olduğunu hesaplıyorlarmış.

Yeşillikleri bağladıkları sapları nereden bulduklarını sordum. Tarlanın yanında yabani yetişiyormuş. Kadınlar onu suda bekletip yumuşatıyorlarmış, yoksa aslında sertmiş, sarılmazmış.

Perşembe, Aralık 21, 2006

Bugün annesinin ilaçlarını yazdırmaya gelen yaşlıca bir hanım hangi ilaçların bittiğini tam bilmediğini, çünkü yeni geldiğini söyleyince nereden geldiğini sordum.
‘Hacdan geldim’ dedi. ‘Hac daha başlamadı ki’ deyince anlattı: Üç ay önce Ramazan Bayramında umreye gitmişler, o zamandan beri Suudi Arabistan’da kaçak olarak kalıyorlarmış. Üç yıl boyunca hac kontenjanı dolu olduğundan bu yola başvurmuşlar. Kişi başı 3000 YTL ödeyerek bir tur şirketi ile anlaşmışlar. Fiyata yemek dahil değilmiş. Mekke’de ve Medine’de kalmışlar. İki katlı 14 odalı müstakil bir evde 55 kişiymişler. Beylerle hanımlar ayrı odalarda kalıyorlarmış. Yemekleri de sırayla yapıyorlarmış. Dışarı çarşıya alışverişe çıkacakları zaman arap gibi görünmek için kara çarşafa girip peçe takıyorlarmış. Araplar Türkleri hiç sevmiyorlarmış. 700 yıl onları idare ettiğimiz içinmiş. Günleri hep zikirli, dolu dolu geçmiş. Medine’de Peygamberimizin kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebi’ yi ziyaret edip gece orada yatmışlar. Hava sıcak olduğundan herkes mescidin etrafında yatıyor, sabah kalkıp ibadetini yapıyormuş.


Yakalanmaları şikayet üzerine olmuş. Başka bir Türk acentası kendi müşterileri yakalanıp sınırdışı edilince hasetinden bunları şikayet etmiş. Ayrıca Suudi Kralının yeni bir uygulamasıyla bir kaçak yakalatana 1000 riyal (500 YTL) ödül veriliyormuş. Gruplarını şikayet eden 25 000 YTL ödül kazanmış. Polis kapıya gelmiş, eşyalarınızı toplayın sınırdışı edeceğiz demiş. Dört gün Riyad’da hapishanede kalmışlar. Hapishane çevresi dikenli telle çevrili bir dam altıymış, her milletten 500 den fazla mahkum varmış. Yatacak yer yokmuş, betonun üzerine satıcılardan temin ettikleri kartonu serip yatmışlar. Yemek üç öğün çıkıyormuş ama tabak kaşık vermemişler, koca bir kazan yemeği ortaya koyup gidiyorlarmış.
Başka milletten olanlar kazanın başına üşüşüyor, ellerini pilava daldırıp avuçluyorlar, sulu yemekleri giysilerinin önüne dolduruyorlarmış. Bizimkiler dört gün aç kalmışlar. Tel örgünün dışına gelen satıcılardan bisküvit su almışlar onunla idare etmişler.


Riyad’dan sınır dışı edilecekleri zaman çantalarının olduğu yere götürüp eşyalarını göstermelerini istemişler. Kıyafetlerini geri alabilmişler ama oradan aldıkları video kamera görüntülü telefon gibi kıymetli malları kaybolmuş, bulamamışlar.
Uçak için para istememişler.


Cumartesi, Aralık 16, 2006


Bugün bir veznedar ellerinde kaşıntı yakınması ile geldi. Vezne tazminatı alıp almadıklarını sordum. Maaşlarına göre 10 ila 40 YTL arasında alıyorlarmış. 'Peki açık verince bunu karşılamaya yetiyor mu?’ dedim. Çalıştığı veznede 8 kişiymişler. Hertürlü açık ortak olarak paylaşılıyormuş. 5-10 kuruş gibi para üstlerini vatandaş istemiyor, gün sonunda bunlar kişi başı 4-5 YTL yekün tutuyormuş. Bu paraya hiç dokunmuyorlar, açık olduğu zaman buradan kapatıyorlarmış. ‘Peki hiç cepten çıktığı olmadı mı?’dedim.Bir kez bir arkadaşları 200 YTL açık vermiş, yine paylaşmışlar, o cepten çıkmış.
Ayrıca parası olmayan garibanlara, ya da parayı düşürdüm diye ağlayan çocuklara da bu fondan yardım ettikleri oluyormuş.
Ellerindeki egzema kimyasal tahrişe benzediğinden yabancı bir maddeye dokunup dokunmadığını sordum. Utanarak bulaşıkta hanıma yardım ettiğini, deterjana dokununca arttığını söyledi. Bunda utanılacak bir şey olmadığını hayatın müşterek olduğunu, ancak hastalığı tedaviden önce korunmanın önemini anlattım, mutlaka bulaşık eldiveni kullanmasını söyledim, ve Locoid pom. use ext. yazdım.

Salı, Aralık 12, 2006


Bugün nefes darlığı yakınmasıyla başvuran 80 yaşlarında emekli bir bekçiyi muayene ettim. 1962-67 yılları arasında Anafartalar'da (Kemeraltında) çalışmış, kuyumculara ve o bölgedeki otellere bakarmış.

Polisle bekçinin farkını sordum:
Bekçi hep aynı bölgeye bakarmış ve sabit durmaz gezermiş. Bu nedenle de baktığı bölgede herkesi tanırmış. Zaten 70'lerdeki Ecevit hükumetinin çıkardığı yasaya kadar bekçilerin maaşını halk ödermiş. Bu iş için kurulmuş bir dernek varmış. Derneğin memurları; ki emekli komiserler falan oluruş, sürekli mahalleleri dolaşıp para toplarlar, maaşlar da bu toplanan paralardan ödenirmiş, SSK'dan sigortaları varmış. Ecevit'le birlikte memur kadrosuna geçmişler.
'Ayrıca bayramlarda bahşiş toplar mıydın?' diye sordum. Hiç toplamamış, yalnız bir keresinde bayramda dağıttığı Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu zarflarını toplayıp geri getirince çıkartıp 35 lira vermişler. 'Ne bu?' demiş,
'Senin hakkın, toplayanlara yüzde veriyoruz' demişler.
Amca 'Ben istemem başkasının hayır yaptığı paradan' deyince
'O zaman seni de bağış yapmış sayacağız' deyip makbuz kesmişler.
'Eskiden hem polislerde hem bekçilerde tutkunluk vardı, şimdilerde yok artık' dedi.

Nefes darlığı için Aminokardol tab 2 x 0,5 yazdım.

Salı, Aralık 05, 2006





Bugün bir dolmuş şöförü ilaçlarını yazdırmaya geldi. Para vermeyen çok çıkıyor mu diye sordum. Arada tek tük oluyormuş, üç beş kere seslenip kimse çıkmazsa peşini bırakıyormuş. Bir de para vermeden para üstü isteyenler oluyormuş!
'Bizim hat gene iyi Karşıyaka tarafında bazı mahallelerin hatlarında on kişi biniyorsa ikisi para veriyor' dedi. Para için ısrar eden şöförleri de son durakta dövüyorlarmış.
Günlük 6 tur atıyor,150 YTL civarında kazanıyormuş. Vergiyi nasıl verdiklerini sordum. Basit usulde vergiye tabii imişler. Odanın muhasebecisine günlük gelir giderlerini beyan ediyorlar , ona göre çıkan vergiyi ödüyorlarmış. Ayakta yolcu almanın cezası 40 YTL imiş. Ayrıca 10 ceza puanı alınıyormuş. 100 puanı dolduranların ehliyeti alınıyormuş. İkinci kez 100 puanı dolduranlar psikiyatri muayenesine gönderiliyormuş.
'Orada ne yapılıyor?' diye sordum.
'Hiç işte esnafa eziyet olsun diye' dedi.
Kronik hipertansiyonu olduğu halde işi bırakıp hastaneye gidemediğinden rapor çıkartamıyormuş. Yeni yapılan bir düzenleme ile artık uzman hekimler tek başlarına kronik ilaç kullanım raporu düzenleyebildiklerinden hastaya rapor yazdım ve ilaçlarını üç aylık olarak reçete ettim.
(Fotoğraf Mardin Midyat'tan)

Çarşamba, Kasım 29, 2006


On gündür izin kullandığımdan hasta muayene etmedim. Tatil için gittiğimiz Tanzanya'nın Zanzibar adasının Kendwa plajında oturduğumuz restoranın önünde moda çekimi yapan fransız ekibin prodüktörüyle daha önce hiç görmediğim moda çekimleri hakkında sohbet ettik:
Çekimler internetten ve katalogdan satışlar için yapılıyormuş. Müşteriler kumaşın temasını hissedemedikleri için fotoğrafların mümkün olduğunca kaliteli ve bilgi verici olmasına dikkat ediliyormuş. Ekip manken ve fotoğrafçının yanı sıra bir kostümcü, bir makyör, iki asistan , bir prodüktör ve bir yerliden oluşuyordu. Prodüktör bütçeyi tuttuğu gibi istenen eski kırmızı bisiklet gibi şeylerin temininden sorumluymuş. 10 günlük çekimin maliyeti 200 bin dolarmış. Manken Martha Espagnola henüz pek meşhur olmamasına karşın günde 3000 dolar yevmiye alıyormuş.



(Fotoğraf Kendwa Plajı )

Salı, Kasım 21, 2006

Makinistlik



Bugün 86 yaşında bir hasta ağır kaldırdıktan sonra oluşan bel ağrısı yakınmasıyla başvurdu.
Amca doluymuş ki sormadan anlattı: 26 yıl trenlerde makinistlik yapmış. '71 yılında veraset kalınca emekli olmuş. 350 yıllık İzmir'liymiş. Eskiden İzmir 1. ve 2. Aziziye olarak ikiye ayrılırmış. Kemer köprüsünden konağa doğru birinci, öbür tarafa ikinci denirmiş. Miras kalan tapularda hep ikinci Aziziye yazıyormuş. Pek çok kiracısı varmış ama 'Sizi bilmiyorum, kiracı mısınız ama rahmetli dayım birine beddua edeceksen kiracın olsun de derdi' dedi.

Makinistlik yaptığı trenler Afyon-Ankara hattında çalışıyormuş. Sibirya ve Alman yapımı trenlerde çalışmış. Eski buharlı trenler 12 tona kadar kömür alırlarmış.
İzmir Afyon arası hava şartlarına da bağlı olarak yaklaşık altı ton kömürle geçilirmiş. Kazanı yuvarlak olan lokomotifler daha yollu olurmuş. Bir de köşeli olanlar varmış, onlar yavaş gidermiş.


Bel ağrısı için Dikloron ret tb 1x1 yazdım.

Ayrılırken benim hiç burnu büyük olmadığımı , kendisinin de öyle olduğunu söyleyerek gitmekten vazgeçip bir anısını daha anlatmaya başladı:


50'li yıllarda bir kış günü Ankara Garında kar fırtınasının içinden lokomotifin yanına bir adam gelmiş , birşeyler söylüyormuş, ama makina çift kompaund çalıştığından duyulmuyormuş. Amca da aşağı inip 'Ne istiyorsun?' diye sormuş.
Türkçesi zayıf olan adam Sivas'a tren soruyormuş. Amca hareket memurluğunu gösterip 'Oraya sor' demiş. Tekrar yerine çıkınca ateşçi kızmış, 'Neredeyse kediye köpeğe ineceksin , sen makinistsin, otur ne iniyorsun' diye. Amca 'Yardımcı olmak lazım; indim de ayağım çenem mi eskidi' dedi.




Resimler yine Robin Lush'tan:
http://www.1974.trainsofturkey.com/robinlush_steam_pix5.htm

Cuma, Kasım 17, 2006

Bugün nefes darlığı yakınması ile başvuran yaşlı bir hasta ava gittikçe rahatladığından bahsedince ne avına gittiklerini sordum.


Balıkesir'e keklik avına gidiyorlarmış. Keklik avlamak için av köpeği gerekliymiş.
Pırnak denen büyük çalılıkların içine saklanan keklikleri bulan köpek hiç kıpırdamadan hatta nefes almadan ayağını kaldırarak keklik bulduğunu haber verirmiş. Bu pozisyona ferma denirmiş. Köpeklerin ferma yaptığını, aynı arabanın geri geri giderken çıkardığı uyarıcı ses gibi ses çıkararak haber veren tasmalar da varmış. Avcı hazır olunca köpek kekliği havalandırır, avcı da trap tarzı atışla vururmuş.


Fişeklerin 25 tanesi 7-13 YTL arasında değişiyormuş. Son avda 10 fişek atmış, üç keklik avlamış. Keklikler yarım kilo kadar çekiyormuş. Tavuk gibi haşlayarak pişiriliyormuş , ama eti daha yumuşak, tadı daha lezzetliymiş.
Fizik muayenesi olağan olduğundan nefes darlığının psikolojik olduğunu düşünerek Deprenil tb 1x1 verdim ve ava gitmeye devam etmesini önerdim.
Bugün orta yaşlı bir hanım sigara külü yeme yakınması ile geldi.

Sigara külü yemeye duyduğu karşı konulmaz istek son hamileliğinde, sekiz yıl önce başlamış. İlk başlarda kireç sıva ve toprak yiyormuş ama şehre taşınınca temiz toprak bulamadığı için kül yemeye başlamış. Önceleri eşinin içtiği küleri yerken daha sonra eve gelen herkesin sigarasının külünü yemeye, en sonunda da kül yiyebilmek için eşinin cebinden aldığı sigaraları içmeye başlamış. Temiz toplayamazsa kültablasındakileri de yiyormuş. Bu güne dek hiç doktora başvurmamış.
Pica adı verilen bu hastalık kansızlıktan kaynaklandığı için kan sayımı istedim. Sonuçta kan değerleri beklendiği gibi demir eksikliğine bağlı olarak düşük çıktı. Ferrum amp 1x1 IM yazdım,ve kontrole çağırdım. Giderken 'Şimdi ben bir de sigarayı bırakmak istiyorum, nasıl bırakabilirim?' diye sordu.

EK: Hasta bir hafta sonra kontrole geldiğinde hayretler içinde teşekkür ederek artık gözünün hiç kül görmediğini söyledi.

Perşembe, Kasım 16, 2006


Bugün halsizlik yakınması ile başvuran bir vücutçuyla sohbet ettik. Vücut geliştirme sporuna 14 yaşında başlamış, daha erken başlanması da tavsiye edilmiyormuş. Çeşitli şampiyonluklar kazandıktan sonra 5 yıl ara vermiş, ancak bu sene yeniden yarışmalara katılacakmış. Yarışmalar yurtdışında olduğunda sponsor firma yoksa ceplerinden karşılıyorlar, federasyon da biraz çıkma yapıyormuş. Bu katılacağı yarışmaya bir protein içeceği sponsor olmuş. Düzenli olarak anabolizan steroid hormonlar kullanıyormuş. 'Kullanmayan yok mu?' soruma şaşkınlıkla bakarak 'Kullanmazsan kas olmaz ki!' dedi.
Yarışmadan 3 ay önce hormonları kesip sadece protein ağırlıklı besleniyorlar, ayrıca ciltaltı yağlarını yakmak için de L-Karnitine kullanıyorlarmış. Yarışmalarda önemli olan vücudun simetrik gelişmesi ve kas liflerinin ayrı ayrı izlenebilmesi imiş. Yaş sınıflaması olmadığından 16 yaşındakilerle 60 yaşındakiler aynı podyuma kilolarına göre çıkıyorlarmış.
Yaptığımız kan tahlilinde kan değerleri normalden çok yüksek çıktığından iki ünite kan bağışlamasını önerdim.

Çarşamba, Kasım 15, 2006

Bugün boğaz ağrısı yakınması ile başvuran bir helva üreticisinden uzun süredir merak ettiğim tahin helvası yapımını öğrendim.









Helvayı üretmek için önce 25 kilo şeker şurubu 140 dereceye gelene kadar kaynatılıyor, daha sonra içine 800 gramlık bir kavanoz çöven suyu dökülerek beyazlaşıncaya kadar karıştırılıyormuş. İyice beyazlayıp tel tel olunca karışım 30 kilo tahinin içine koyulup önce kürekle yarım saat kadar daha karıştırılıp daha sonra elle bütün teller kırılıp yok olana kadar yoğuruluyormuş. Bu işlem sonucu hazır hale gelen helva presle kalıplara doldurulup satışa hazır hale getiriliyormuş.
Çöven suyu, çöven otundan elde ediliyor, Denizli’den hazır olarak temin ediliyormuş.
Boğazında enfeksiyon bulguları olmadığından Katarin f. tb 3x1 yazdım ve bol bol limon mandalina tüketmesini önerdim.

Ek: Mersin'in meşhur kerbiçi de çöven suyu ile yapılıyormuş, bunu da aşağıdaki siteden öğrendim: http://lezzetinizinde.blogspot.com/2005/09/kerebi.html

Cumartesi, Kasım 11, 2006



Bugün bir otoyol gişe memuresi öksürük yakınması ile başvurdu. Gişelerde çalışma süreleri kışın 4 saat yazın 6-7 saati buluyormuş. Mesainin kalanını binada geçiriyorlarmış. OGS ve KGS işlerini biraz hafifletmiş. KGS yi başkası da kullanabilirmiş, ama OGS de fotoğraf çekilirse ceza gelirmiş. Fotograf sadece OGS okunamadığında çekiliyormuş.
Çeşme otobanındaki yedi istasyonu sırayla dolaşıyorlarmış. Sadece Seferihisar'dan çıkış indirimli olduğundan diğer istasyonlarda girişte kart alınmasına gerek yokmuş, zira kart bazen makinaya sıkıştığı için memurlar kartı okutmadan para düğmesine basıyorlarmış. Para düğmesi bariyeri kaldıran düğmeymiş, basıldığında geri dönüşü yokmuş.
Yolsuzlukların nasıl yapıldığını sordum: Teknolojisi geri olduğundan sadece İstanbul'da yapılabiliyormuş. Orada kamyon geçirip otomobile basmak mümkünmüş ama burada sensörler geçen aracın ne olduğunu anlıyorlarmış. Ayrıca orada polis arabalarını sadece geçti diye bildirirlerken, burada polisin kartını vermesi gerekiyormuş. Bütün otobanları aynı kurum işlettiğine göre neden aynı sistemi orada da kurmadığını sordum. 'Ben de onu merak ediyorum!' dedi.
Akciğerlerinde enfeksiyon bulguları olduğundan ve soluk verme süresi uzadığından Klavunat 1 gr tb2x1 , ve Bronkolin 300 tb 2x1 yazdım, sigarayı bırakması gerektiğini aksi taktirde yakında astım hastası olacağını anlattım.

Salı, Kasım 07, 2006


Bugün bizim sokağı süpürdüğünü söyleyen bir temizlik işçisi tansiyon ilaçlarını yazdırmak için başvurdu. Taşeron firmada asgari ücretle çalışıyormuş. Kendisine verilen sokakları hergün sabah 8 akşam 5 çalı süpürgesi ile süpürüyor, çöpleri konteynırlara atıyormuş. Sadece çöpleri mi süpürdüğünü sordum. Tozları da süpürüyormuş. Şimdi yağmurdan sonra çamurlar kuruyunca çok toz oluyormuş, hepsini süpürüp konteynırlara atacakmış.

Bornova’da sadece sokakların süpürülmesinde 300 kişi çalışıyormuş, ayrıca parklarda da başka bir taşeron şirket 150 kişiyle temizlik yapıyormuş.
Makinalarla yapılan süpürme elle temizlik gibi olmuyormuş, çünkü alet köşelere yanaşamıyormuş. Sokaklar sık sık hem şirketin elemanları hem de belediyenin çavuşlarınca denetlenip, üç defa uyarıya karşın görevini düzgün yapmayanlar işten çıkarılıyormuş.

(Fotoğraf: Kokain kullandığı için sokak süpürme cezası alan Boy George New York sokaklarını süpürürken.)

Cumartesi, Kasım 04, 2006


Geçen hafta gelen hastaların sık sık oruçluyum demesi dikkatimi çekti. Kan şekerini ölçtürmek isteyen bir teyzeye de aç olup olmadığını sorup da oruçlu olduğunu söyleyince, bunun ne orucu olduğunu sordum. Ramazan bayramı bittikten sonra altı gün daha tutulan oruca Şevval orucu denirmiş. Bayramın ilk günü oruç tutmak harammış. Ondan sonraki ay içinde tutulan bu altı günlük oruç, ahirette herkes kızgın güneşin altında beklerken sahibine gölge olacakmış.
Açlık kan şekerini ölçebilmemiz için 12 saatlik açlık gerektiğini, yani sahurda yedikten sonra ancak akşamütü aç sayılacağını anlatarak oruçlarını bitirdikten sonra gelmesini önerdim.

Cuma, Kasım 03, 2006


Bugün beyazeşya bayiinde çalışan bir hasta boğaz ağrısı yakınması ile geldi. Satışların nasıl olduğunu sordum. Kampanyalar sayesinde iyiymiş. Uzun vadeler olduğu gibi bir de değiştirme kampanyaları varmış. Örneğin eski buzdolaplarını 100 YTL ye geri alıyorlarmış.

Aldıkları dolapları ne yaptıklarını sordum. Ana firma bunlarla hiç ilgilenmiyor, dolap başına 50 YTL indirim yapıyormuş. Hurdacıya toptan ortalama 25 YTL'den veriyorlarmış. Bayilerin kar marjı %8-9 muş, ayrıca yıl sonunda prim alırlarmış.
Boğazında kriptik tonsilliti olduğundan İecillin 800.000 ünite 1x1 IM verdim.

Çarşamba, Kasım 01, 2006


Bugün yaşlı bir amca prostat ilaçlarını yazdırmak için başvurdu. Emekli bir trafik polis memuruymuş. 22 Eylül 1955 te İzmir'deki ilk trafik teşkilatını kuran ekip içindeymiş. Polis okulundan mezun olduktan sonra eğitim görüp trafik işini o güne kadar götüren belediyeden devralmışlar. Toplam 24 kişilermiş, iki tane 1955 model sıfır Şevrole arabaları varmış, benzin sıkıntıları yokmuş. İlk başlarda trafik ışıkları pek az yerde olduğundan, 6 yıl bilfiil kavşak memurluğu yapmış. O zamanlar araba az olduğu için işleri sıkıcı ve zormuş, Basmane'den dakikada 3-4 araba geçermiş. Güneşli günlerde garın bütün sıcağı üzerine gelirmiş, çok bunaltıcı olurmuş.


Ceza miktarlarında hatalı park 10 lira, ikaz 15 liraymış.

'İkaz nedir?' diye sordum. Mesela polis 'Buradan git!' der de gitmezsen ikaz cezası kesilirmiş.
'Rüşvet olur muydu o zaman da ?' diye sordum.

İzmir'de olmazmış ama bir ara tayin olduğu Denizli'de bu yüzden çok sıkıntı çekmiş, bilaharcırah İzmir'e tayin istemiş, geri gelmiş.

Pazar, Ekim 29, 2006


Bayram tatilinde Atasoy’ların dünya seyahatini okurken Osman Atasoy’un denizciliğe yaklaşımı ile Rahmi Koç’unki arasındaki farkı öğrendim.
Daha önce dünya seyahatine başladığı günlerde Rahmi Koç’a neden Türk bandıralı (bayraklı) bir tekne kullanmadığını soran bir mail atmıştım. Yanıt almadım ama bir röportajında okuduğuma göre yedek parça ithalinde sorun yaşıyormuş, o nedenle Türk bandırasını tercih etmemiş.
Osman Atasoy’a, İtalya’nın Messina limanında sırf bayrağı yüzünden teknesinde köpeklerle uyuşturucu aranınca yanındaki tekneden Alman denizci akıl veriyor:
‘Siz de başka bayrak çekin; mesela Fransız veya Alman bayrağı, kimse gelip de bu bayrak sizin mi diye sormaz, rahat edersiniz’
Atasoy şöyle yazmış:
‘Tavsiyesini yerine getirmemizin özellikle Türk bayrağına sorun çıkartan Akdeniz ülkelerinde belki pratik faydası olurdu, ama bu sefer kimliğimizi inkar etmiş olurduk. Üstelik bir parça rahat uğruna o bayrağı ayakta tutabilmek için canlarını vermiş şehitlerin anısına saygısızlık etmiş olurduk. Ayrıca denizcilik adabı her denizcinin teknesinde kendi sancağını taşımasını gerektirir. Uzaklar’ı alışımızda bu geleneği bilmemizin de payı olmuştu. Aynı paraya daha büyük ve konforlu tekneler bulmamıza rağmen, sırf yabancı bayraklı oldukları için almamıştık.’



Kaderin cilvesi olarak Uzaklar teknesi şu anda Koç müzesinde sergileniyor; ilginç hikayesi için Nuriye Akman’ın röportajı burada:
http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=435995

Cuma, Ekim 20, 2006


Geçen hafta öksürük yakınması ile başvuran bir ramazan davulcusuyla sohbet ettik:
35 yıldır kendi mahallesinde davul çalıyormuş. İzin belgesi için kaymakalmlığa dilekçe vermiş, dosya açtırmış, 15 YTL almışlar. Herhangi bir sınav falan olmamış. Mahalle büyük olduğundan üç kişi çalışıyormuş. Gece saat 3’te kalkıp 4 - 4:30 a kadar çalıyormuş. Yaklaşık 150 sokak geziyormuş. Çaldıktan sonra tekrar yatıp uyuyormuş. Şimdiye kadar davul sesinden rahatsız olduk diyen hiç çıkmamış. Bazen sarhoşlar takılıyormuş, onlara da derslerini veriyormuş.
Bahşiş ayın 15’inde ve sonunda toplanırmış. 25 kuruş hatta 10 kuruş bile veren varmış. Bu yıl ilk onbeşte 400 YTL toplamış. Zor iş , ama Allah bereket versin dedi.
Akciğerlerinde enfeksiyon bulguları olduğu için Klavupen 1 gr 2x1, ve ACT 6001x1 yazdım ve sigarayı bırakması gerektiğini anlattım.

Salı, Ekim 17, 2006


Geçen hafta grip aşısı olmak isteyen yarı amatör bir rallici başvurdu. Kendi modifiye ettiği arabasıyla yarışıyormuş. Modifikasyonun sonu yokmuş, özellikle karbüratörle ve hava filitresi ile oynayarak büyük güçler elde edilebiliyormuş. Örneğin 50 euroya satılan bir hava filitresi ile aracın gücünü epeyce arttırmak mümkün olabiliyormuş.

Yarışçılık çok masraflıymış. Kendisi başarılı olduğundan bir jant firması sponsor olmuş, benzinini dolduruyor, kazandığı yarış başına da 300 YTL ödül veriyormuş.


Yarışlar Pınarbaşı yarış pistinde yapılıyormuş. Hemen her haftasonu yarış varmış, Pazarları öğlen saatlerinde oluyormuş. Giriş çoğu zaman bedava, bazen de 1-2 lira gibi cüzi bir ücrete tabiymiş. Yarış pistini özel bir ajans işletiyormuş,ajansın sahibi motor sporlarına meraklı olduğundan pisti arazisini devletten kiralayıp cebinden yaptırmış, anonsları da bizzat kendisi yapıyormuş.
Arabası olmayanlar için de Hacı Murat Kupası varmış. Yıllık 1000 YTL ödeyerek 8 yarışta piste ait Murat 124 lerle yarışılabiliyormuş. Ayrıca yarıştan önce antreman turları da ödenen ücrete dahilmiş. Hafta içi de ekstra ücret ödeyerek antreman yapmak da mümkünmüş. İsteyen Muratları da modifiye edebiliyormuş, özellikle asfaltta hızlı gitmeyi sağlayan silik yarış lastikleri takılıyormuş.


Devletin grip aşısını 65 yaşın altında ve kronik rahatsızlığı bulunmayanlara ödemediğini, ancak bu sene aşı kuş gribine karşı da kısmen koruyucu olduğundan parasıyla alıp vurdurmasını tavsiye ettim.




Hacı Murat yarışları için:
http://www.izmiryarispisti.com/tr/hacimuraty.html#

Salı, Ekim 10, 2006






Bugün el eklemlerinde ağrı yakınması ile gelen bir hasta 'Elişi yaptığımdan olabilir belki' dedi. Ne yaptığını sordum. Gelinliklere işlemeler yapıyormuş. Malzeme işverene ait olmak üzere bir gelinliğin işlenmesi 30-75 YTL ye yapılıyormuş. Basitse günde iki tane, çoksa bir tane işleyebiliyormuş. Peki gelinlikler kaça satılıyor diye sordum 1500-2500 YTL arasındaymış, ama 5000 YTL ye kadar çıkabiliyormuş.
Eklem ağrıları için görünürde başka bir bulgusu olmadığından Termacet tb. 3x1 yazdım.

Cumartesi, Ekim 07, 2006





Bugünlerde grip aşısının zamanı olduğundan sık sık yaşlılar aşı yazdırmaya geliyorlar. Devlet raporlu astım, kalp ve şeker hastalarıyla, 65 yaş üzerindekilerin grip aşılarını uzman bir hekim yazdığı taktirde ödüyor. Dün de emekli bir ESHOT çalışanı aşı yazdırmaya geldiğinde sohbet ettik:
Osman Kibar zamanında belediyeye girmiş. Önce su işlerinde çalışmış, sonra troleybüs hareket memurluğu yapmış. Osman Kibar (Asfalt Osman) İzmir’i çok değiştirmiş. İkiçeşmelik caddesi onun zamanında açılmış. Daha önce daracık bir yokuşmuş. Öyle ki iki araba yan yana gelse yayalara geçecek yer kalmazmış. Mithatpaşa caddesini de O asfaltlattırmış. Sabahları gelir çalışmaları izler, etraftaki tanıdıklarıyla uzaktan futbol geyiği yaparmış, koyu Altınordu’luymuş. Bütçe konusunda çok tutumluymuş, zammı kuruş kuruş verirmiş.
Mithatpaşa caddesi asfaltlanırken troleybüsler asfalt makinelerinin etrafından geçmek için hat değiştirirlermiş. Bu dönemde amca sürekli troleybüsün arkasından koşar, hat değişeceği zaman arşları çeker yan hatta takarmış. ‘Yani içinde gitmez miydin?’ diye sordum. İçinde gitse olmazmış, çünkü arşlar çok sertmiş, asılmak için atik olmak ve çok çekmek gerekirmiş. Arş içindeki kömürü tele öyle kuvvetli bastırırmış ki, kaymasın. Zaten o kömür kırıldı mı troleybüs yolda kalırmış.
Amcaya göre troleybüsler modern şehir taşımacılığı için birebirmiş. Elektrikle çalıştığı için ne ses, ne duman çıkartırlarmış.
Şimdi Çankaya’da 15 dakika otobüs beklesen dumandan daralırmışsın. Ne yazık ki Burhan Özfatura troleybüsleri balık yuvası olsun diye denize atmış. Amca ‘O teşkilat, o hatlar, ancak yüz yıl sonra tekrar kurulur’ dedi.



İlk fotoğraf ilginç bir siteden:


http://www.1974.trainsofturkey.com/robinlush_steam_pix5.htm


Gazete küpürleri de Orhan Berent'in sitesinden:


http://web.deu.edu.tr/berent/trolleybus/

Perşembe, Ekim 05, 2006

Geçen hafta özürlü oğluna ilaç yazdırmak için gelen yaşlı bir teyze oğlunun doğuştan mı özürlü olduğunu sorunca anlattı:
Oğlu doğmadan eşi üzerine kuma getirmeye kalkmış. Teyze de bunun üzerine evden ayrılmış, tek başına geçinemediğinden de bebeği dört aylıkken bakıcıya bırakıp fabrikada çalışmaya başlamış. Bir gün bakıcı bebeği düşürmüş ve kafası yarılmış. Komşular bakıcının bebeğin kafasına bıçak sapıyla vurduğunu söylemişlerse de teyze şikayetçi olmamış, Allah’a havale etmiş. ‘Ben onun parasını ödedim, görmeden suçlayamam ama yaptıysa Allahından bulsun dedim, zaten öyle oldu, şimdi hala yaşıyor ama yatalak oldu’dedi.
Yıllarca oğlunu hastanelerde dolaştırıp çile çektikten sonra komşuları mahalledeki yaşlı bir adamla evlenmesini, adamın günlerinin sayılı olduğunu, en fazla üç ayda öleceğini, kendisine maaş kalacağını söylemişler. Evlenmiş. ‘Herhalde çok iyi baktığımdan 15 yıl yaşadı’ dedi gülerek. 3 sene önce ölmüş. Şimdi biraz rahata ermiş, ama oğluna söz geçiremiyormuş.

Depresyonunu sorgulamak için ölümü düşünüp düşünmediğini sordum.
‘Son günlerde hep büyük buluşmayı düşünüyorum’ dedi.
'Nedir o?' diye sordum. Samanyolu televizyonunda bir diziymiş.
Her bölümde ölen birisi sorguya çekiliyor, yaptığı sevapları ve günahları teraziye konuyor, sonuçta ya cennete, ya da cehenneme gönderiliyormuş. Şimdiye kadar hiç cennete giden olmamış, hep cehenneme gidiyorlarmış. Bu dizi kendisini çok etkiliyor, rüyalarına giriyormuş.
Oğlunun ilaçlarını yazdım ve başka dizilere başlamasını önerdim.
(Fotoğraf gurur duyduğum meslektaşım ve arkadaşım Erdal Kınacı'nın National Geographic büyük ödülünü kazandığı serisinden: http://www.fotokritik.com/profil.php?id=1994&pid=hepsi


Bu da Tacettin'in başrolünü oynadığı bir 'Büyük Buluşma' bölümü:
http://live2.stv.com.tr/samanyolutv/buyukbulusma/01bolum.wmv )

Salı, Ekim 03, 2006


Bugün şekerini ölçtürmeye gelen yaşlı bir teyze 'Cuma günü mukabeledeydim, mesai saatine yetişemedim' dedi.
'Nedir mukabele?' diye sordum.
Hocanın Kuran okuyup karşısında dinleyenlerin kendi Kuran’larından takip etmesine mukabele denirmiş. Takip ederken kaçırdığın yer olursa oraya işaret koyup sonra okumak gerekirmiş.
Bir senedir 35 yaşındaki hanım bir hocanın derslerine katılıyormuş. Hoca dersleri kendi evinde veriyormuş, sabah akşam 80 kişi katılıyormuş. Hocanın eşi de akşamları işten geldikten sonra gençlere ders veriyormuş. Dersler ücretsizmiş ama genelde herkes yakıt gibi masraflar için 10 YTL veriyormuş. Teyzenin maddi olanağı olmadığından para ödemiyormuş, ama arada ufak tefek şeyler götürüyormuş. Yeme içme yokmuş. Kuran okuma dışında başka bir sohbet konusu da olmuyormuş. Önce arap harflerini öğrenmişler, sonra 11 defa hatim indirmiş. Günde 2 cüz okuyormuş. Bir cüz arkalı önlü 10 sayfaymış. Okumasını öğrenmiş ama okuduğu arapça olduğundan anlamıyormuş.

Şekeri yüksek çıktığından oruç tutmaması gerektiğini, hastaların oruç tutmasının uygun olmadığını, yerine bir fakiri doyurabileceğini, ona da gücü yetmiyorsa bir şey yapmasına gerek olmadığını, İslamın öncelikle bedenimize iyi bakmayı emrettiğini anlattım.

Pazartesi, Ekim 02, 2006


Haftasonu babamla sohbet ederken eskiden Türkiye’de mortgage’ın uygulandığını öğrendim. Tek memur maaşıyla nasıl hem ev, hem araba alabildiğini sordum. Arabaya anneannem yardım etmiş, evi de SSK kredisiyle almışız. 20 yıl geri ödemeliymiş, bugünkü parayla ayda 300 YTL gibi bir şey ödüyormuşuz. Miktar sabitmiş ama o zaman maaş artışları da çok cüziymiş. Evi satacağı zaman borcu toptan kapatıp ipoteği kaldırmış. Bizim emektar Vosvosu kaça aldığımızı sordum.
1974 yılında yüzbinbeşyüz liraya galeriden almışız, ama parayı arabaya binerek Almanya’dan gelen işçinin eline saymışız. O zamanlar Almanya’da çalışan işçilerin böyle bir hakkı varmış. Aynı dönemde Anadol 52 bin, Murat124 56 bin liraya satılıyormuş, ama taksitle alıp peşin satanlar yüzünden galerilerde 53 bin liraymış. Herkes galeriden alıyormuş tabii.

Perşembe, Eylül 28, 2006

Dün bir matbaacı tansiyon ilaçlarını yazdırmaya geldi.
Bana verdiği kartının üzerinde maliyeyle anlaşmalı ibaresini görünce bu anlaşmanın ne menem bir şey olduğunu sordum.
Vergi borcu ve sabıkası olmayan matbaa sahipleri belirli bir teminat yatırarak maliye bakanlığı ile anlaşma yapıyor ve bu anlaşma ile bir yıl boyunca fatura gibi mali evrakı basabiliyormuş. Yatırılan teminat bu yıl 5500 YTL imiş. Eğer basılan evrakta vergi numarası gibi konularda hata olursa önce uyarı cezası veriliyor, üç kere hata yapılırsa teminat yakıldığı gibi yeniden aynı soyadındaki kişilerle anlaşma da yapılmıyormuş. Yıl sonunda teminat iade edilip, yeni belirlenen tutardan tekrar anlaşma yapılıyormuş.
Ofset mi tipo mu kullandığını sordum. Artık tipo hemen hemen hiç kullanılmaz olmuş. Maliyeti, klişeler ve baskı ebadının küçüklüğü yüzünden çok pahalıya geliyormuş, artık her baskıda da en az bir logo oluyormuş.
Hangi makinanın sesini daha çok sevdiğini sordum. İkisini de seviyormuş, ama sessizliğe katlanamıyormuş. Uyurken az da olsa bir gürültü istiyormuş.

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Bugün bir doğalgaz tesisat işçisi sağlık raporu almak için başvurdu.
Bugünlerde mahallemize doğalgaz geldiğinden, ne yapmamız gerektiğini sordum. Tesisatı yetkili firmalar dışında kimseye yaptıramazmışız. Şu anda da yetkili bir iki firma varmış, bu nedenle fiyatlar çok yüksekmiş. 140 metrekarelik bir daireye tesisat döşetmek 2500-3000 YTL tutarmış. Bunun maliyeti 800 YTL , kalanı işçilikmiş. ‘Kaç gün sürer bir eve tesisat döşenmesi?’ dedim. Bir günde döşeniyormuş. Kombileri apartman olarak müşterek taktırmak da mümkünmüş, ama mutlaka sorun çıkarırmış. En iyisi tek tek her daireye takılması imiş. En iyi marka Alarkoymuş, ama çalıştığı firmanın kullandığı Termodinamik de iyiymiş.Evine taktıracak olsa Termodinamik taktırırmış.’Peki napalım, fiyatlar düşer mi sence?’ diye sordum. ‘1-2 sene içinde başka firmalar da çıkınca rekabet olur düşer’ dedi.

Salı, Eylül 26, 2006

Bu hafta insanın sağ başparmağını ne kadar çok gereksinim duyduğunu hastalar sayesinde öğrendim.


Geçen Çarşamba bir günde 160 hasta bakınca reçete yazmaktan sağ başparmağımın distal eklemi ağrımaya başladı. Perşembe ve Cuma hasta sayısı azalmasına karşın minör travma devam etti. Haftasonu pek zorlamamaya çalıştım, geçtiğini umuyordum ama bugün hemşirelerimiz harıl harıl ETF (ev tespit fişleri) leri bilgisayara girdiklerinden 145 hastayı hem kaydedip hem bakınca parmağım yine şişti ve çok ağrımaya başladı. Onu havada tutarak ne giyinmek mümkün, ne yemek yapmak, ne kürdan kullanmak, ne de TV nin sesini açmak. Zeloksim f tb1x1 içtim ve Doline gel sürdüm. Yarın yine reçete yazmam gerektiğinden atele almadım.
Fotoğraf: Şişen sağ başparmağım (Bu vesileyle ben de el/ayak fotoğraflı bloglar safına katılmış oldum)

Çarşamba, Eylül 20, 2006


Bugün kilo alamama ve halsizlik yakınması ile 34 yaşında bir tekstil işçisi hanım başvurdu. Tahlilleri normal olduğundan ve daha önce başvuran hastalardan, işçilerin Emile Zola’nın Germinal romanına rahmet okutacak kadar ağır çalıştırıldıklarını bildiğimden çalışma şartlarını sordum.

Normalde haftada 6 gün sabah 8 akşam 18 30 olan çalışma saatleri iş yoğunluğu nedeniyle hep sarkıyor, fazla mesaiye kalması gerekiyormuş. Fazla mesaiden en erken 20 30 da bazen gece yarısı çıkıyormuş. Dün gece 22 30 da çıkıp eve gelip yemek yapmış, iki de çocuğu varmış. Bazen Pazar günleri de mesai oluyormuş. Pazar günlerini boş olursa nasıl geçirdiğini sordum, ’İş yapıyorum, evi temizliyorum, yemek yapıyorum, çocuklarla ilgileniyorum’ dedi. Geçenlerde boş bir Pazar Fuar’a gitmişler, Konak’ta deniz kıyısında dolaşmışlar; çok iyi gelmiş.
Eşi de tekstilde çalışıyormuş, ancak o dış ülkelere sipariş yapan bir firmada olduğundan işi sürekli değilmiş, iş geldikçe çalışıyorlarmış. İkisi de çalışabilirlerse 440'ar YTL aylık alıyorlarmış. Fazla mesailer için de şimdiye kadar en fazla 100 YTL almış . 250 YTL ev kirası veriyorlar, hiç para arttıramıyorlarmış. Bazen fazla mesai parasını sıkışık günler için ayırıyor, ama o da hemen harcanıyormuş. Doğudaki köylerinden çocukları serseri olmasın, okusun diye altı yıl önce göçmüşler. Yakınmaları sadece yorgunluğa, fakirliğe ('Sütü benim de içmem lazım ama sadece çocuklarıma alabiliyorum' dedi) ve tükenmeye bağlı olduğundan, işini bırakmasını ya da daha az çalışmasını da öneremeyeceğimden moralini bozmamasını, en azından eşinin içmediğini, kendisine iyi davrandığını, sağlıklarının yerinde olduğunu, olumlu şeyler düşünmenin kendisini daha iyi hissettireceğini, gelecek günlerin daha güzel olacağını (kendim de pek inanamasam da) söyledim.


Maliye Bakanlığı vitaminlerin ödenmesini durdurduğundan reçete etmeyip, eşantiyonlardan bir kutu vitamin ve bir gün istirahat verdim.


EK: Arman Kırım'ın bu haftaki yazısı.(Hürriyet)

Pazartesi, Eylül 18, 2006






Haftasonu ortaokul çağlarında marangoz atölyesinde çıraklık ettiğim Turan Amcayı ziyaret ettik. Kendisi (92 yaşında) artık eskisi kadar düzenli çalışmasa da hala aktif; atölyesinde baston yapıyor, bahçeyle uğraşıyor. Bana İzmir’in işgalini ve kurtuluşunu anlattı:
İzmir yunanlılar tarafından işgal edildiğinde 5 yaşında, Güzelyalı’daki evlerindeymiş. O zamanlar Alsancak’ta
rumlar , Basmane-İkiçeşmelik hattından Güzelyalı’ya kadar olan bölgede genelde türkler, Güzelyalı 55. sokaktan, camiden itibaren yine rumlar otururmuş.
İşgali haber alan türkler evlerine kapanmışlar, panjurların aralıklarından sokağı izliyorlarmış. Turan Amca da sokaklarına beş efzon erinin girdiğini görmüş. Üzerlerinde cepken, kısa etek, ayaklarında topuğunda ve burnunda ponpon olan ayakkabılar, ellerinde süngülü tüfekler varmış. Kapıları çalarak evlerde arama yapmışlar. Sıra evlerine geldiğinde dedesi Girit göçmeni olduğundan Rumca konuşarak askerleri evde silah olmadığına ikna etmiş, yine de babasını alıp götürmüşler, üç gün sonra serbest bırakmışlar.
Askerler türklere aşağı sınıf gibi davranırlar, az bildikleri Türkçe ile küfrederlermiş. Turan Amca askerlerden o yaşında bile çok nefret edermiş. Bunda, koşmaca oynarken etrafında döndükleri bir yunan askerinin onu yakalayıp dövmesi de etkili olmuş. Yunan askerleri bütün şehre yayılmışlar, Faikbey’de ve Balçova girişinde (kahvelerin olduğu yerde; o zamanlar bağlık bahçelik bir köymüş Balçova) karargahları varmış. İlk günden sonra, eteği çıkartıp normal asker kıyafeti ile dolaşmışlar.



Ordunun İzmir’e girişini görüp görmediğini sordum. Ordu Güzelyalı’ya girmemiş, ama daha sonra evlerinin yakınında temsili İzmir’in kurtuluşu, yandan çevrilen kollu makine ile filme çekilmiş. Esirler süvarilerimizin önünden kaçıyormuş gibi yapmışlar, sonradan bu filmi hiç görememiş. Atatürk de kurtuluştan sonra Güzelyalı’ya gelmiş. Eşiyle birlikte halkın arasından yürüyerek geçmiş, sürekli el sallıyormuş.
Rumlar Türk Ordusu’nun geldiğini haber alınca iki üç gün önce evlerini kapıları açık terk edip kaçmışlar. Turan Amcalar gavurlar bunları yiyor diye kızdıklarından bir sopanın ucuna bağladıkları çakıyla rumların besili domuzlarını dürter zıplatırlarmış. Daha önceden de mahallede türklerle rumlar arasında taş savaşları olur, Turan Amca gibi ufaklar taş taşırmış. Ermeni bir komşuları varmış, rumlar geldiğinde hiç sevinmemiş, bizim ordu gelince de kaçmamış.


Binlerce yunan askeri esir alınmış. Her duvar dibinde perişan askerler varmış. Askerlere karavana verilir, boş boş yatmalarına izin verilmez, işçilik yaptırılırmış. Şimdi Poligon’dan denize inen yarmayı yunan askerlerine açtırmışlar. Tepeyi kazan askerleri Turan Amcalar hep seyretmişler. Yarma da o zamandan beri hiç değişmemiş, azcık genişletilmiş.
(Fotoğraflar bu yılki 9 Eylül İzmir'in kurtuluşu kutlamalarından: İzmir Körfezi üzerinde Türk yıldızları, geçit töreni ve törenin başlamasını Kordon'daki La Sera'da bekleyen temsili kuvvayı milliye askerleri)