Perşembe, Aralık 31, 2009

doktor





Bugün daha önce de muayene ve sohbet ettiğim 90 yaşına yaklaşmış bir meslektaşım daha önceki
sohbetlerimizden benim kadar hoşlanmış olacak ki ilaçlarını yazdırırken
"Esas hikayemi anlatmayı unutmuşum" dedi
"Buyrun dinliyorum" dedim
"Güneydoğu'da bir ilçede çalışıyorduk. Yeni bir kaymakam geldi. Sanıyorum 1954 sayımıydı, bana nüfus sayımında görev yazılması talimatı vermiş. Benim işim değil ki, hasta çıkabilir, nitekim çıktı da.



Görevlendirme yazısını getiren hademeye 'Ben gitmiyorum, istiyorsa kendisi çıksın sayıma' dedim.
Bu kulağına gitmiş, yolda rastlaştık. Bana 'Sen böyle böyle demişsin, artık burada çalışamazsın, tayinini iste' dedi.
Ben de 'Daha neler, bal gibi çalışırım' dedim
Bana 'Bugünden itibaren benden çekeceğin var' dedi. Şuna bak, çocuk kavgası gibi.



Ertesi gün bir yazı yazmış, bundan sonra köylere giderken ondan izin almamı ihtaren bildiriyor. Bu ihtaren lafına ben çok alındım. Ne suçum var da beni ihtar ediyorsun. Oturdum vilayete bir yazı yazdım, 'Bu Kaymakam'ın akıl sağlığı bozuktur, derhal Elazığ Ruh Hastalıkları hastanesinde gözetim altına alınmazsa idari açıdan telafisi imkansız sonuçlar doğurabilir' diye. O zamanki Vali de İl Sağlık Müdürüyle çok yakın arkadaş, müdüre abi diyor. Önce ona sormuş, sonra Kaymakam'ı çağırtmış, 'Sen orda ne işler karışırdın' diye kızmış.




'Ya gidin sulh olun, ya da seni Elazığ'a göndereceğim'demiş.
Tabi siciline böyel birşey işlenince Kaymakamın Vali olması tehlikeye giriyor. İlçeye döndü, hademeyi göndermiş. Hademe 'Kayamakam bey seni isteeyo!' diye geldi.
'Ben artık onun yanına gitmem, kendisinde bir rahatsızlık hissediyorsa buyursun buraya gelsin' dedim




Biraz sonra çıktı geldi.
'Ya bu iş niye böyle oldu. Benim moralim bozuktu, hanım İstanbul'dan gelmemekte direniyor, ona canım sıkkın' falan dedi
Ben de 'Çağır, gelmezse boşanır buradan evlenirsin' dedim
Sonra bir daha sorun yaşamadık" dedi

İlaçlarını yazdıktan sonra her zamanki gibi kendisini elini öperek uğurladım.



Fotoğraflar LİFE dergisinden


*TÜM OKUYUCULARIMA SAĞLIKLI VE MUTLU BİR YIL DİLİYORUM

Salı, Aralık 29, 2009

lösemi




Bugün soğuk algınlığı yakınmaları ile, fakat oldukça endişeli başvuran 30 yaşında bir psikolog muayeneye başlamadan önce
"Benim geçmişimde geçirdiğim bir lösemi var da" dedi.
"Kaç yaşında geçirdiniz?" diye sordum
"10 yaşımdaydım, tedavi oldum" dedi


Asistanığım sırasında pek çok lösemili çocuğun tedavisini üstlendiğimden o zamanki duygularını, düşüncelerini merak ettim,
"Neler yaşadınız?"diye sordum
"İlk başta çok korktum tabii, çünkü bu hastalığı sadece Türk filmlerinden biliyordum. Filmlerde çocuklar hep lösemi olup ölürlerdi.


Bir de bana konulan tanıyı ailecek ilk kez vizit sırasında asistan beni hocaya sunarken duyduk , o da çok sarstı. Daha önce herhalde şüpheleniyorlardı ama kesin tanı olmadığınan bize birşey söylememişlerdi.
Daha sonra tanı kesinleşince beni Dokuz Eylül Tıp Fakültesi'ne sevk ettiler. Oradaki doktorum bizi karşısına alıp anlatınca korkum geçti. Belki de bu yüzden Psikoloji okumayı seçtim"
dedi


"Hastaneye neden başvurmuştunuz?" dedim
"Dişim çürümüştü, çekilecekti. Diş doktorunun istediği kan tahlilinde rastlantı eseri çıktı, erken safhadaymış" dedi
Gülerek: "Demek ki dişleri fırçalamak her zaman da faydalı değilmiş" dedim ve soğuk algınlığı için Parasetamol tb 3x1 yazdım , 3 gün istirahat verdim.




Fotoğraflar maddi durumu yetersiz lösemili çocuklara destek olmak için kurulmuş olan
Lösev'in aktivitelerinden

Çarşamba, Aralık 23, 2009

analog bir yaşam




Bugün emekli bir hastayı kaydetmek için kimliğini istediğimde bana üzerinde daktilo ile kimlik ve sicil numaraları kusursuz şekilde yazılmış bir kart uzattı.
"Hala daktilo kullanıyor musunuz?" diye sordum
"Evet, babadan kalma bir daktilom var. Arada tamir ettiriyorum ama hala çalışıyor. Bilgisayarla olmuyor" dedi


"Ne yazıyorsunuz?" diye sordum
"Kendimce ilginç gördüğüm şeyleri yazıyorum" dedi
"Mesela neler?" diye üsteledim
"Genelde televizyonun teletekstinde gördüğüm ilginç konuları yazıyorum. Tabi önce teleteksti kumandayla durdurup elle yazıyor, sonra temize çekip tarih atıp dosyalıyorum. Geçenlerde eski domateslerle ilgili bir haber vardı, Adana'nın bir dağ köyünde tohumlarını bulmuşlar tekrar üreteceklermiş, onu yazdım." dedi



"Gazeteden yazsanız daha kolay olmaz mı?" dedim
"Ben Hürriyet alıyorum, her haberi orada bulamıyorum. Mesela geçenlerde Başbakan'ın Ankara-İzmir duble yolunun bitişi ile ilgili bir açıklaması gazetede hiç yoktu. Oysa ki teletekstte tam 3 sayfaydı, çok zor oldu durdurup yazmak!" dedi

Fotograflar sırasıyla William S. Burroughs, Tennesse Williams ve Mahatma Gandhi, daktilolarıyla

Salı, Aralık 22, 2009

Antakya





Bugün 1924 Antakya doğumlu bir hasta kalp ilaçlarını yazdırmak için başvurdu.
Reçetesini yazarken 1938'deki Antakya'nın Türkiye'ye katıldığı oylamada orada olup olmadığını sordum.
"Oradaydım, ben de katıldım" dedi
"Yaşınız küçük değil miydi o zaman oy vermek için" dedim



"O dönemde Fransızlar vardı ve Suriye'ye katılmamızı istiyorlardı. Bu nedenle halkı Alevi-Sünni diye karıştırıyorlardı. Kavgalar çıktı, halbuki o zamana kadar bizim orda hiç kavga olmazdı. Ermenisi de Müslümanı da Hristiyanı da gül gibi geçinirdi. Sonra Birleşmiş Milletlerden komisyon geldi. Sırayla önce Suriye'ye katılmak isteyenler, sonra Türkiye'yi isteyenler yürüdü..." dedi



"Nasıl yani yoldan geçenleri mi saydılar?" dedim
"Hayır, saat tuttular! Vilayetin önünde 10 kişilik komisyon vardı. Herkes müzenin önünden Vilayete doğru kalabalık olarak yürüdü. Yürümeyen kalmadı, hatta köylerden geldiler, onları misafir ettik." dedi
"Ya bir grup yavaş yürürse..." dedim
Gülerek
"Öyle bir şey olmadı, normal monoton yürüdük. Zaten Türkiye'yi isteyenler çok daha fazlaydı, hemen anlaşıldı" dedi





"Fransızların size karşı davranışı nasıldı?" diye sordum
"Manda askeri nasıl davranacak, iyi davranırlardı bizi seçsinler diye. Yalnız biz her bayramda zafer takı yapardık, o zaman gelip yıkarlardı, biraz kavga dövüş olurdu. Bir de Adalı denen bir adam vardı, Müslüman olmasına rağmen Fransız mandasını istiyordu. Halk galeyana geldi bunun evini bastılar, linç edeceklerdi. O sırada bir Fransız tankı geldi. Ahali dağılmayınca kırmızı bayrak çekti..."



"Kırmızı bayrak ne anlama geliyor?" diye araya girdim
"Ateş edeceğini ihtar ediyor. Zaten sonra makineli ateşiyle o sırada duvarın üzerindeki üç genç vuruldu, üç şehit verdik. Tarih hiç yazmaz bunları" dedi
"Eğitim nasıldı?" diye sordum



"Ben ilkokula Mersin'de başladım. Yeni harflerle ilkokula başlayan ilk sınıf bizimkiydi. Annem babam harfleri hep beraber öğrendik. Ben gündüz , onlar akşamları aynı sınıflarda ders görüp, gece evde beraber çalışıyorduk. Sonra üçüncü sınıfa Hatay'da - O zaman Hatay denmiyor tabi; devam ettim, aradaki fark büyüktü, çok zorlandım. Biz İnkılap tarihi okuyoruz onlar Emevileri, bir tarafta Anadolu coğrafyası var öbürkünde Suriye. İlk sınıftan itibaren Fransızca öğretiyorlardı. İlkokulu bitiren , o zaman bakalorya denirdi; liseyi bitirmiş gibi oluyordu." dedi

Pullar önce bağımsızlığını ilan edip sonra Türkiye'ye katılan Hatay Devleti'ne ait.

Perşembe, Aralık 17, 2009

işitmek




Bugün soğuk algınlığı yakınmalarıyla başvuran emekli bir öğretmene nereden emekli olduğunu sordum. İşitme engelliler okulundan emekli olduğunu söyleyince
"İşaret dilini nasıl öğrendiğiniz?" dedim
"Öğrencilerden öğrendim. Ben normal eğitim fakültesinden mezunum, tayin olunca öğrencilerden yavaş yavaş öğrendim" dedi



"Yeni gelen öğrencilere nasıl öğretiyorsunuz, işitmeyen birisine öğretmek zor olmuyor mu?" diye sordum
"Yeni gelenlere de arkadaşları, eski öğrenciler öğretiyor. Hemen öğreniyorlar" dedi
"Kaç yaşına kadar öğrenci alıyorsunuz?" diye sordum
"Normal ilkokula başlar gibi alınıyor, ama geciken varsa, zekası da iyiyse 10-11 yaşına kadar alınıyor" dedi


"İşitme engellilerin ruh halleri nasıl? Diğer insanlar arasında farklılıklar var mı?" diye sordum
"Benim gözlemim işitme engelliler biraz daha bencil oluyor, paylaşmaya açık değiller, hep ben diyorlar. Belki kendilerini korumak için, bilemiyorum. Kavramaları da bazı istisnalar dışında çoğunlukla yeterli olmuyor." dedi


"Kitap okumuyorlar mı?" diye sordum
" Kitaplar tavsiye ediyoruz, okuyorlar, ama kitabın içindekini genelde tam alamıyorlar" dedi

Soğuk algınlığı için midesiyle ilgili bir yakınması olmadığından Aspirin 300 mg 3x1 yazdım, evden çıkmamasını ve istirahat etmesini önerdim

Fotoğraflar 1-2 Dünya savaşları arasında Hollanda ordusunda karşı tarafı dinlemek için yapılan çalışmalar.

İşaret dili ile ilgili bir başka yazım da burada.

Pazartesi, Aralık 14, 2009

Orhan Gencebay





Bugün tansiyon ilacını yazdırmaya gelen emekli bir işçi
"Doktor Bey biraz fazla yazar mısınız, memlekete gideceğim de..." deyince
"Neresi memleket?" diye sordum
"Doğma büyüme Samsun'luyum, gidip balık rakı yapacağım" dedi
Yaşının yakınlığını göz önüne alarak acaba Orhan Gencebay'ı tanıyıp tanımadığını sordum.
"Biz aynı mahallenin çocuklarıyız, beraber büyüdük. Onlar aslen Eskişehir tatarlarındandır, Samsun'a sonradan göçtüler, kimse bilmez" dedi
"Nasıldı çocukluğu?" diye sordum
"Şimdiki gibiydi, ağır başlıydı. O zamanlar sürekli kahvenin önünde saz çalarlardı; ama ne çalma!" dedi




"Kiminle çalarlardı?" diye sordum
"Arkadaşları vardı, Sekizköşe Fikret vardı. Esas onların ustası Çarşamba'lı Arnavut Kemal'di. O çok güzel çalardı tane tane. Sürekli alem yapardık." dedi
"Nasıl yani alem, alkolle mi yoksa başka bir şeyle mi?" diye sordum



Gülerek "Bizim mahalle buranın Tepecik'i gibiydi Doktor Bey, ne istersen elli gram alabilirdin. Zaten bizi bu alem işine Çarşamba'lı alıştırdı. Onun evinde toplanır, içer, içer çalardık" dedi
"Orhan Gencebay'ın Cumhurbaşkanından yazılı izni olduğu söylenir hep, siz de duydunuz mu?" dedim


"Cumhurbaşkanından değil, adli tıptan izni var" dedi

Cuma, Aralık 11, 2009

grizu





Bugün çocuğunu muayeneye getiren bir maden mühendisine Bursa'daki maden kazasını sordum.
"Muhtemelen insan hatasıdır" dedi
"Nasıl yani?" diye sordum
"Galerilerde Metan gazının miktarını ölçen aletler vardır.eskiden kuş, Kanarya fakan koyuluyormuş. Emniyet mühendisinin düzenli aralıklarla gidip onu okuması gerekir. Metan oranı artarsa vardiyaların çalışma süreleri ona göre 6 saate 4 saate düşürülür, eğer çok fazla ise galeri boşaltılır. Ya bu konuda bir ihmal oldu ya da çok küçük bir olasılıkla 'blow out' dediğimiz açılan bir delikten aniden ortama büyük miktarda metan gazı sızdı" dedi


"Emniyet mühendisi bu ölçümü galerinin içine girmeden dışardan yapamıyor mu?" diye sordum
"Elektronik aletler belki Zonguldak'taki gibi büyük devlet işletmelerinde vardır, ama böyle küçük işletmelerde renk değiştiren tüpler kullanılır, bizzat gidip bakmak gerekir. Elektronik olanları da benim zamanımda yanına gidip okumak gerekiyordu, ama emekli olalı çok oldu, belki dışardan okunanları da çıkmıştır." dedi


"Yer altında dinamit patlatmak tehlikeli değil mi? Açılan galeriler nasıl oluyor da çökmüyor?" diye sordum
"Başka bir yöntem yok ki... Kömür katmanına lağım denen delikler açılır, dinamit yerleştirilip geri çekilip patlatılır. Daha sonra açılan galeriler tahkimatla içerden desteklenir. Zonguldak gibi büyük madenlerde galeriler yerin 700 metre altında olduğundan o basınca dayanacak Alman malı çelik konstrüksiyonlar kullanılır ama bu olaydaki gibi 200 metrelik küçük madenlerde çelik yerine ahşap kullanılır" dedi



"Kaza olan bölgedeki kömür nasıl, kaliteli mi?" dedim
"O bölgeden 4000-4500 kalorilik linyit çıkar, Soma'nınkinden daha kalitesizdir" dedi
"Zonguldak'tan ne çıkıyor? dedim
"Oradan taş kömürü çıkıyor,8000-8500 kalorilik yüksek kaliteli kömürdür" dedi
"Taş kömürü ile linyit arasında ne fark var?" diye sordum



"Jeolojik yaşları farklı. Biri 50 milyon yılda oluşuyor, dğeri 60 milyon yılda" dedi
"Yani beklesek linyitler de zamanla taşkömürüne dönüşür, öyle mi?" diye sordum
Gülümseyek
" Evet ama 10 milyon yıl beklemeniz lazım" dedi


1. ve 3. fotograflar Murat Germen'in

Pazartesi, Aralık 07, 2009

polis




Bugün kas ağrıları nedeniyle başvuran bir hasta henüz vazifeye yeni başlamış bir polis memuru olduğunu bu nedenle henüz karnesi olmadığını söyleyince nereden mezun olduğunu sordum.
"Matematik öğretmenliği bölümünden mezunum" dedi
"Nasıl polis oldunuz?" diye sordum
"İş bulamıyorsun ki, yıllardır evde oturmaktan bıktım. Zaten görseniz her meslekten insan var. avukatlar, mühendisler, öğretmenler..." dedi
"Nasıl polis olunuyor?" diye sordum



"Önce KPSS'ye giriyorsun. 60-65 civarında bir baraj oluyor, onu geçenleri mülakata alıyorlar" dedi
"Mülakatta ne soruluyor?" diye sordum
"Basit sorular; en klasiği 'Yurtta sulh cihanda sulh' sözünü açıklattırıyorlar, Atatürk ilkelerini saydırıyorlar, esas olarak senin konuşmana, duruşuna, hal tavrına bakıyorlar. Mülakatı da geçersen Polis Eğitim Merkezinde 6 aylık kurs var. İlk üç ayı teorik eğitim, kanunları falan öğretiyorlar, sonra atış eğitimi var. Her türlü silahla atış yaptık" dedi



"Nasıl memnun musunuz şimdi polis olmaktan?" diye sordum
"Memnunum, ama çalışma şartları ağır. Mesela iki gündür neredeyse 24 saat çalışıyoruz ama hiç olmazsa çalışıyoruz" dedi

Kas ağrıları için Parasetamol tablet 3x1 yazdım.

Çarşamba, Aralık 02, 2009

su dalgası



Bugün kabızlık yakınması ile başvuran saçları her zamankinden farklı olan bir genç kıza yeni saçlarının yakıştığını söyledikten sonra "Perma mı deniyor buna?" diye sordum
"Hayır, su dalgası deniyor" dedi
"Nasıl yapılıyor, pahalı mı?" diye sordum
"Bioform denen bir madde uygulanıyor, Ben 70 liraya yaptırdım, sonrasında 6 ay kadar böyle dalgalı kalıyor. Yaptırmakla bitmiyor ama bakımı zor" dedi



"Ne gibi?" dedim
"Kuruyken taramamak ve sürekli jöle sürmek gerekiyor, yoksa çalı süpürgesi gibi kabarıyor" dedi
Saçlarının uzunluğuna bakarak "Epey jöle gidiyordur herhalde" dedim
"Evet büyük kutulardan alıyorum, daha ekonomik oluyor" dedi


Kabızlığı için bol su içmesini, posalı gıdalar ve meyve yemesini hatta geceleri kuru incir hoşafı içmesini, sabahları da tuvalet ihtiyacı olmasa bile mutlaka 15 dakika tuvalette oturarak ıkınmasını ve bedenine sabahları dışkılamayı öğretmesini önerdim ve ilaç yazmadım.

Cumartesi, Kasım 28, 2009

bingöl'de doktorluk

Bugün öğleden sonra, nöbet sonrası yorgunluğun da etkisi ile kendimi çok çaresiz hissettim. Daha önce bahsettiğim gibi bana başvuran hastalarda yüksek oranda depresyon tanısı koyuyorum. Depresyon tedavisi için ilaçları uzun süre kullanmak, tedavinin hemen yarın sonuç vermeyeceğini anlamak gerekiyor. Bu nedenle her hastaya ayrıntılı olarak depresyonun ne olduğunu, kullanacağı ilaçların renklerini, nasıl kullanılacağını, yan etkilerini, tedaviden 1 aydan önce sonuç alınamayacağını ve bu süre içinde bu ilaçlar işe yaramıyor diyerek ilaçları bırakmaması gerektiğini anlatmak gerekiyor.
Ancak hastaları tedaviye ikna etmek hiç kolay değil, bazen iknanın tercüman aracılığı ile yapılması da cabası.
Bugün iki hasta başka nedenlerle geldiklerinde daha önce verdiğim ilaçların sersemlik yaptığını ve bu nedenle bıraktıklarını söylediler. Bir hasta da ben kısılmış sesimle standart beş dakikalık konuşmayı yaparken sürekli başka yerlere bakıp her cümlemin arasında 'Başım ağrıyor' dedi. En sonunda ben de patladım:

'Başının ağrıdığını anladım, ama sen beni hiç dinlemiyorsun, sana anlatıyorum' diye bağırdım.
Burada hastaneye gelmek özellikle kadınlar arasında en popüler, belki de tek sosyal aktivite. Sık sık bir önceki gün muayene olmuş, epey pahalı bir reçete yazılmış hastalar aynı yakınmalarla tekrar başvuruyorlar. Doktor karnesini incelemezse aynı tetkikler tekrar tekrar yapılıyor, aynı ilaçlar tekrar tekrar yazılıyor, evler ilaç doluyor. Neden aldığı ilaçları kullanmadığını sorduğumda aldığım yanıtlar genelde: İlaçlar dokundu ölüyordum, muayene etmedi, bir de uzmana görünelim dedik oluyor . Yakınmalar da hep aynı, genelde psikosomatik, müphem , dolaşan ağrılar, uyuşmalar, vs. Hele bir kaburga altı ağrısı var ki bugün gerçekten epey düşündüm: Organik bir sebep bulunamayan, kaburgaların altında bant şeklinde yayılan ve her yaştan, her cinsten insanın aynı şaşmaz el hareketiyle aynı bölgede gösterdiği bu ağrıya ne sebep olabilir diye, bulamadım. Kamera şakası gibi; hergün baktığım yaklaşık 100 hastanın 30'u bu yakınmayla geliyor. Fazla yağlı ağır yeme sonucu olabilir mi diye düşündüm , ama geldiğimden beri ben de ağır yiyorum ( yemekhanede geldiğimden beri yani 20 gündür ilk defa dün sebze yemeği çıktı ) , bende bir sorun yok.

Bir de başkasının yeşil kartını kullanma alışkanlığı var. Bugün geldiğimden beri 1000. hastaya baktım (kalem hediye ettim). Bu bin hasta arasında güvencesi olmayana hiç rastlamadım. Popülasyonun %70'i yeşil kart sahibi, olanlar olmayanlarla paylaşıyorlar, bir aile için bir erkek, bir dişi yeşil kart yeterli. Bu resim sana benzemiyor dediğimde genelde eskiden çektirmiştim, zayıfladım/şişmanladım diyorlar. Kimin zengin kimin fakir olduğu da anlaşılamıyor. Geçen gün bir hasta kayınvalidesinin yeşil kartıyla başvurdu, konuşurken eşi iki tane şovrumum var dedi.

( Resimler: Polikliniğimin camından manzara. Kadınların yürüdüğü yolda geçen hafta silahlı bir saldırganı polisler kovaladı, havaya ateş ettiler, arabayla takip edip yakaladılar, sonra da saatlerce karları küreyip boş kovanlarını aradılar )

Cuma, Kasım 27, 2009

trafik polisliği





Bugün bir trafik polisi idrar yaparken yanma yakınması ile başvurdu. Bölge trafikte yol denetiminde çalışıyorlarmış. Denetimleri neye göre yaptıklarını merak ediyordum, 'Sabahları bugün şuraya radar koyalım diye mi karar veriyorsunuz?’ diye sordum.
Öyle değilmiş. Her günün programı baştan belliymiş. Mesela sabah 8:00 – 9:30 arası şu noktada radar, 10’a kadar serbest bölge denetimi( bu arada ihtiyaç görülürmüş) , 10:00-12:00 arası emniyet kemeri denetimi gibi kendilerine verilen programa uyarlarmış.
‘Radara yakalanınca gerçekten cezadan kurtulmanın yolu yok mudur?’ diye sordum.
Radar aracında VHS kamera varmış, ve bütün araçları kaydediyormuş.

'Ancak görev sırasında radara yakalanan son araç olursanız radara telefon edip bandı biraz geri alıp silmek mümkün olabilir, yoksa sizden sonra yakalananlar da silinir’
dedi.

Görev bitiminde bu kasetler dijital ortama aktarılıp arşivde saklanıyormuş. Denetime gelen müfettişler rasgele bir kayıt seçip o güne ait ceza koçanlarını istiyor ve karşılaştırmalı olarak kaydı izliyor, ceza kesilmesi gerektiği halde kesilmeyen varsa hesabını soruyorlarmış.
'
Lanet olsun adımız çıkmış ya bir kere hırsıza!’ dedi.
Neden böyle olduğunu sordum. '
Bazı sütü bozuklar, hem de büyük paralara da değil, 3- 5 liraya üniformasını satıyorlar’ dedi.
'
Nasıl düzelir peki bu iş?' diye sordum.
‘Halkın da bilinçlenmesi lazım. Özellikle kamyon sürücüleri alışmışlar, hiçbir eksikleri olmasa dahi ‘Al abi çorba içersin’ diye para uzatıyorlar. Soruyorum, kaç para alıyorsun diye 500 lira.Yahu kardeşim ben 1500 lira alıyorum, sen bana çorba parası veriyorsun bu nasıl iş!’ dedi.
‘Şikayet olursa ne ceza veriliyor’ diye sordum.
‘Her polisin aracının plakası onun kodudur, 155’i arayıp şu kodlu memur şu noktada benden usulsüz para istedi diye şikayet edersen mutlaka araştırılır, memur açığa alınır.Bütün konuşmalar kaydediliyor, ayrıca Emniyet Müdürümüz de bu konuda çok hassas’ dedi.

'Kendi adını vermek zorunda mı şikayet eden ?’ dedim. Vermek zorunda değilmişsin , ama en azından plakanı verirsen şikayetin daha ciddiye alınırmış. Bazen fazla tonajlı araçların geçeceği yollardan ekibi uzaklaştırmak için sahte şikayette bulunanlar oluyormuş, bunu hissederlerse yerlerinden kıpırdamıyorlarmış.

'Memur açığa alınınca ne olur?’dedim.
‘En azından görev yeri değişir, değişsin de zaten’ dedi.
İdrar yollarındaki enfeksiyon için Urfamiycin500 tb 3x1 verdim ve korunmadan cinsel ilişkiye girmemesini, daha ciddi ve ölümcül enfeksiyonlar da kapabileceğini hatırlattım.
Fotoğraflar sırasıyla Moskova, K.Kore, Kabil, Çin, Irak ve Erivan'dan trafik polisleri.

Perşembe, Kasım 26, 2009

dedikodu




Bugün 80’li yılların başlarında İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde lüks şarküteri işletmiş bir hastamla sohbet ettik. O yıllarda lüks tüketim yeni başlamış.
“Lavaş kiri peynirlerini ilk ben getirdim, o zaman kaçaktı, tezgah altından satardık” dedi.
“Bildiğimiz üçgen peynirlerden mi?” diye sordum.
“Evet onlardan , bizim Karper peynirden bir farkı yok ama talep vardı işte” dedi.
Esas parayı hazır yemek işinden kazanıyormuş,
"Zengin muhit olduğundan evde yemek pişirmeyle de, fiyatlarla da uğraşmazlardı, yemekte kar oranı % 200 dü” dedi.
O zamanlar pek çok ünlü müşterisinin arasında yeni cinsiyet değiştirmiş olan Bülen Ersoy da varmış. Dükkana mutlaka sağ ayağı ile besmele çekerek girermiş, ama ağzı çok bozukmuş.
“Dükkanda mı kötü konuşurdu?” dedim.
“Yok bir keresinde telefonla pastırma sipariş veriyordu, içerdeki annesine yağlı mı, yağsız mı olsun diye sordu. Annesi herhalde duymayınca sana söylüyorum… diye bir küfürler savurdu, ben utandım” dedi.

Dükkanda kibar konuşurmuş, bir keresinde tüm çalışanlara 500 lira bahşiş vermiş, en son kasada oturan kendisine de verince “Bülent Hanım ben buranın sahibiyim” diyecek olmuş. Bülent Hanım:
“Olsun hatıra olarak saklarsınız diye veriyorum” demiş.

Çarşamba, Kasım 25, 2009

aa






Bugün karaciğer yağlanması nedeniyle yaptırdığı tahlillerini göstermeye gelen emekli bir banka müdürüyle sohbet ettik. Karaciğer yağlanması yıllar boyu tükettiği alkol yüzünden oluşmuş. Çalışırken sadece akşamları içermiş. Emekli olduktan sonra gitgide içkiye başlama saatini erkene çekmeye başlamış, en sonunda iş sabah kalkar kalkmaz içmeye varmış.
Doktoru alkolü bırakman gerekir dediğinde üç yıl mücadele etmiş. Bir ay içmiyor, sonra nasıl olsa bıraktım deyip bir yudum alınca yine içmeye başlıyormuş. En sonunda alkolik olduğunu kabul etmiş, ve Adsız Alkolikler Derneğine başvurmuş.
Derneğin nasıl çalıştığını sordum:
Bu dernek ilk kez Amerika’da 1935’te bir doktor ve bir borsacı tarafından kurulmuş. Dünya çapında 2 milyondan fazla, İzmir’de Alsancak ve Karşıyaka’da iki şubesi varmış .

Buraya gelenlere hiç bir şey sorulmaz, kayıt yapılmazmış. Derneğin kurucuları mecburen kayıt altına girmişler ama o kayıtlar da saklanırmış, ‘Adsız’ kelimesi bundan kaynaklanıyormuş. İstenirse sahte isimle de kendini tanıtabilirmişsin. Kimse, 'Kimsin, ne iş yaparsın?' diye sormazmış, isteyen istediği kadar anlatırmış. Tek şart yardıma ihtiyacı olduğunu kabul edip yardım istemekmiş. Yardım isteyenler 12 basamaklı bir süreçten geçerlermiş. İlk basamak alkolün bedenimize zarar veren bir madde olduğunu ve kendinin bu maddeye zaafı olan bir alkolik olduğunu kabul etmekmiş. Zaten kendini tanıtırken hep ‘Ben M., alkoliğim’ dermişsin. Bunu bağımlı oldukları hiç akıllarından çıkmasın diye yaparlarmış.

Filmlerde gördüğümüz gibi özür dileme aşaması da olup olmadığını sordum. Varmış.
4. basmakta envanter çıkarılırmış.Alkol yüzünden kazanılan ve kaybedilenler, üzülen insanlar, belirlenirmiş. 9. basamakta ise alkol nedeniyle üzülen insanlardan özür dilenirmiş.
‘Peki 12. basamakta ne var?’diye sordum.
Derneğin ihtiyacı olanlara tanıtımının yapılması varmış.

‘Biz alkole karşı değiliz, efendi gibi içenlere itirazımız yok, biz bağımlılara destek olmak için varız’ dedi.
Dinle bir ilgilerinin olup olmadığını sordum. Bir yaratan, üst güç kavramı varmış ancak din ve politikayla hiç ilgileri yokmuş. Herhangi bir dine bağlı olmak gerekmiyormuş. 'Ben mesela, hala agnostiğim' dedi.

Dernek tamamen bağışlarla dönüyormuş. Her gün değişik toplantılar oluyor, önceden belirli gündem konuları (sevgi, paylaşım gibi) üzerinde sohbet ediliyormuş. Toplantı çıkışında koyulan çanağa isteyen gönlünden kopan 50 kuruş 1 lirayı atıyormuş. Bu şekilde 500 lira tutan kira ve elektrik-su gibi masraflarını ödedikleri gibi içtikleri çay ve bitki çaylarına da para kalıyormuş. Sigaraya nasıl baktıklarını sordum. Karışmıyorlarmış, dernekte içilebiliyormuş.
Derneğe emekli subaylar doktorlar, meşhur artistler de geliyor, böyle insanların gelmesi diğerlerinin şevkini arttırıyormuş.
İçkiyi arayıp aramadığını sordum.
Hiç aramıyormuş, ama uzak da duruyormuş. Zaten içkili ortamlara girmeleri tavsiye edilmiyormuş. Alkol insanın beynini esir aldığından yakınlaşırsan beynin bir bahane uydurarak içmeye neden olabilirmiş.

Resimler Belçika'da gördüğüm yüksek alkollü bir bira markası: Delirium Tremens (Aynı zamanda alkol yoksunluğunda görsel ve taktil halüsinasyonlarla giden bir hastalığın da adı)