
Çarşamba, Mart 26, 2008
iso
Bugün çekup için gelen bir makine mühendisine ne üzerine çalıştığını sordum. İSO sertifikasyonu konusunda uzmanmış.

“Parayla her şey alınabilir, doktor diploması da alabilirsiniz, ama kullanamadıktan sonra ne işe yarar” dedi
“Ne oluyor bu İSO?” diye sordum.
“Bu güvenli ve kaliteli üretim için geliştirilmiş bir işletme standardı” dedi

“Ne kadara mal oluyor almak?” diye sordum, 4-5 bin lirayı buluyormuş.
“Neden şirketler bunu almak ihtiyacı duyuyorlar?” dedim “İhalelere girmek için, ihracat yapmak için genelde İSO önşartlardan biridir, ayrıca verimliliği de arttırır” dedi
“Biz de İSO alabilir miyiz?” dedim, alabilirmişiz, alan hastaneler varmış.
“Sağlık için özel bir İSO mu var?” dedim. “Hayır bu genel bir şablon, sağlığı onun içine oturtuyoruz” dedi.
"İSO alınca iş bitiyor mu, kontrolü olmuyor mu?” diye sordum.
Her yıl denetim oluyormuş, ayrıca sertifika 3 yıllıkmış. 3 yıl sonunda yenilenmesi gerekjiyormuş , ama masraf ilk alındığındaki kadar çok olmuyormuş.
İlk fotoğraf Polis Meslek Yüksekokuluna alınan İSO belgesinin teslim töreninden.
Pazartesi, Mart 24, 2008
yumurta
Bugün emekli olduktan sonra pazarlarda yumurta satan bir öğretmen ilaç yazdırmaya geldi.

“Renginden belli olur, Taze yumurta canlı durur. Bayatlayınca sarıysa matlaşır, beyazsa sanki grileşir gibi olur” dedi

“Biz şöyle üç yumurtayı avcumuzda gevşek tutup çalkaladık mı anlarız, ama sizin anlamnız zor” dedi
“Ne oluyor çalkalayınca?" dedim.
“ ‘Tak tak’ ses çıkıyorsa tazedir, ses inceliyorsa içi boşalmıştır” dedi
“Yumurta ne kadar dayanıyor?” diye sordum.
“Kışın bir ay, yazın bir hafta dayanır” dedi.

“Ona göre alıyoruz, satamazsan ya soğuk hava deposuna vereceksin, ya zarar edeceksin” dedi.
“Küçük yumurta mı makbuldür, büyüğü mü?” dedim.
“Aslında küçük daha besleyici, genç piliçlerin yumurtası küçük olur ama halk büyüğüne gidiyor” dedi

“100 tavuktan birinde olur, o da üç ay sürer geçer, geçmezse hep çift sarılı yumurtlayan tavuk ölür zaten” dedi.
Yumurta heykellerini bir "Fwd. mail" den aldım
Çarşamba, Mart 19, 2008
yılan balığı
Bugün ilaç yazdırmaya gelen Saruhanlı’lı bir hastaya Gölmarmara’da balık tutup tutmadıklarını sordum.

“Hangi balıklar çıkıyor?” diye sordum.
“Sazan çıkıyor, Levrek çıkıyor, Yılanbalığı çıkıyor” dedi.
“Levrek dediğiniz dişli Turna di mi?” dedim, öyleymiş.
“Balığı hangi yemle tutuyorsunuz?” dedim
“Yok oltayla değil, biz takımla, ırıpla tutarız” dedi.
“Irıp ağ mı oluyor?”dedim
“Evet iki türlüsü var, bir çektirme bir de salma. Biz geceden salıyoruz, sabah topluyoruz, bir de 10-15 gün sonra zıpkınla da avlarız. Zıpkını bilir misin böyle geniş ağızlı” dedi.
“Zıpkınla suya girmeden avlıyorsunuz değil mi?” dedim
“Olur mu dizimize kadar giriyoruz. Bu mevsimde artık suyun içinde ne oluyoırsa bilmiyorum, kıyıda kaynaşıyorlar. Suyun içinde böyle simsiyah sırtını görürsün” dedi
“Ağdan ne kadar balık çıkıyor bir seferde, büyükleri oluyor mu?” diye sordum.
“30-40 kilo çıkıyor. Ben çocukken 8-10 kiloluk sazanlar çıkardı. Boyu Murat arabanın bagaj düğmesine kadardı” dedi.

“Yook, onun takımı başka, böyle kutu şeklinde, ufak deliği var, içine girdi mi bir daha çıkamaz, ama bilmeyen de yılan sanır yanına yaklaşamaz” dedi.
“Balıkları nasıl pişiriyorsunuz?” diye sordum.
“Sazanı tava da yaparız, ızgara da. Baharda şimdi daha yağlı olur, içinden havyar da çıkar. Yılanbalığını ise pişirirken yağını üç kere dökeceksin, anca öyle tadını alırsın” dedi.

“Hayır, Yılanbalığı çok yağlıdır, yağsız tavaya koydun mu yağını salar. Öyle bir seferde pişirip yersen insanın içini bulandırır. Yağını bıraktıkça dökeceksin. En son yağı kalmayınca iki tarafını kızarttın mıydı, tadına doyum olmaz” dedi.
Pazartesi, Mart 17, 2008
otoyol ışıkları

“Hırsızlıklar yüzünden” dedi.
Neredeyse hergün hırsızlık oluyormuş, dağın tepesindeki trafolara alarm taktırmışlar, hergün ikaz geliyormuş.
“En son yol kenarında 2,5 metre yüksekliğinde çelik hasırlı betondan trafo yaptık, yine de duvarı kırıp giriyorlar” dedi.

Bobinleri çalıyorlarmış, bir trafoda 3-4 000 liralık bakır oluyormuş.
"Onlar bakırı hurda olarak satıp 3-4000 lira kazanıyorlar ama bize zararı en az 50 000 lira. Çünkü sadece bobinin içinde bulunduğu yağ bile 10 000 lira, akıp gidiyor. Bu bir kuzuyu sadece karaciğeri için kesip ciğerini alıp gerisini atmaya benziyor” dedi.

Tünellerin girişinde gelen araçların hızını ölçüp,ışıklı ekrandan 'süratiniz şu kadar yavaşlayın!' diye uyarı veren sistemin nasıl çalıştığını merak ediyordum.
“Yan yana iki araba geçerken, aynı anda ikisinin de süratini nasıl ölçebiliyor? diye sordum.
Yolun üzerine yerleştirilmiş iki loop tel varmış. Her şeridin teli ayrıymış. Aydın otobanında en sağ şeritte yokmuş. Bu teller üzerinden geçen aracın hızını, kilosunu ölçüyor, yasaya aykırı durum varsa arkadan plakasının çekiliyormuş.
“Ceza mı yazılıyor yani?” dedim
“Karayollarının ceza kesme yetkisi yok, ama emniyet isterse bu verilere göre ceza kesebilir” dedi.

Gülerek, “Halkımız zaten keşfetmiş. Söylediğinizi yapmak zor çünkü looplar birbirine yakın ama iki şeridin ortasından gidersen sistem çalışmıyor” dedi
Prensip olarak reçetesiz antibiyotik kullanımına karşı olduğumu, üst solunum yolu hastalıklarının çoğunlukla virüsler tarafından meydana geldiğini, virüslere karşı antibiyotik kullanmanın bir faydası olmayacağı gibi zararı da olabileceğini anlattım ve isteğini yerine getiremeyeceğimi, bir daha muayene olmadan antibiyotik kullanmamasını söyledim, ilacını yazmadım.
Perşembe, Mart 13, 2008
kösele

“Emekliyim” dedi.
“Nerden emeklisiniz demek istedim” dedim.
“SSK’dan” dedi.
Elimdeki SSK karnesini işaret ederek “Onu biliyorum, mesleğiniz neydi demek istiyorum” dedim.
“Ayakkabıcıydım. İkiçeşmelik’te bir handa 50 yıl ayakkabıcılık yaptım” dedi.
“Elde mi dikiyordunuz ayakkabıları?” dedim.
“Evet, zaten makineler son 10-15 yılda ortaya çıktı” dedi.
“Üstünü de mi elle dikiyordunuz!” diye şaşırdım
“Yok üstü sayacıdan dikilmiş olarak gelir, biz onu kalıba çekeri, köselesini hazırlar, elde dikerdik” dedi.
Manda derisinin tabaklanmış haliymiş. Parmak kalınlığındaymış, bir tabakası 15 kilo gelirmiş “Artık gerçek kösele yok; bulunmuyor!” dedi.
“Şimdiki kösele ayakkabılar tamamen suni köseleden mi yani?” diye sordum.
"Hayır onlar da deri, ama şimdiki fabrikalar deriyi alıyor, 2-3 günde işleyip çıkarıyorlar. Eskiden dabbaklar deriyi suya bırakırlardı; ilaçlı suya. O deri orada 1 ay, 5 ay beklerdi, iyice şişerdi. Bıraktıkları ilaçlı suyun içinde de -afedersin, köpek pisliği vardı.” dedi.
"Köpek pisliğini ne yapıyorlardı?” dedim.
"İşte deriyi beklettikleri suya koyuyorlardı, sokaklardan toplarlardı” dedi.

“Biz dükkanda onu tekrar suya bırakır, döve döve işlerdik. Kalıbına göre kesip etrafını tek tek pirinç gibi dikerdik. En son altı camlarla kazınır, sıcak demirle eritilen, siyah mumlu boya sürülürdü.” dedi.
“O niye?” diye sordum.
“Hem güzel gözüksün, hem de yağı çeksin, su emmesin” diye dedi.
Mesleği bir Ege kasabasındaki dayısının yanında, 1940lı yıllarda öğrenmiş.
“O zaman hayat ucuzdu, 15-16 liraya körüklü çizme yapardık, askerden gelen ayağına bir külot pantolon, bir körüklü çizme çekerdi” dedi.
“Körüklü çizme nasıl yapılıyordu, o izler kalıpla mı yoksa giydikçe mi oluşuyordu” diye sordum.

“Siz de giydiniz mi körüklü çizme?” diye sordum
“Giymedim. Sivri ama yuvarlak burunlu, yumurta topuklu, güzel ökçeli “Derbi” ayakkabılar vardı, ben onları severdim. Yok şimdi o kalıplar, kayboldu gitti. Şimdi de sivri yapıyorlar ama ucu sipsivri oluyor” dedi.

Yağlıboyalar Van Gogh
Çarşamba, Mart 12, 2008
meteo

"Öyle bir lise mi var?”dedim hayretle.
Türkiye’de sadece Ankara’da varmış, mühendislik bölümü ise sadece İstanbul’daymış
“Neden bu liseye girdiniz, babanız mı meteorolojiciydi?” diye sordum.
“Sınav kılavuzunda işaretledik, ama ne olduğunu bilmiyordum, sonradan öğrendim, sevdim” dedi.
“Bu yaz nasıl olacak, yine kuraklık var mı?” diye sordum.


“Yarın(bugün) yağış bekleniyor, ama kış gibi soğuk olmaz artık” dedi
Soğuk algınlığı için Theraflu f tb 3x1 yazdım ve 2 gün istirahat verdim.
Salı, Mart 11, 2008
motor yağı
Bugün adı kimyasal bir terim olan bir hastaya adının nereden geldiğini sordum.
“Babam kimyacıydı, ben de kimyacıyım” dedi.
“Ne işle uğraştığını sordum”
“Motor yağı üretiyorum” dedi

“Tabi, formülleri var, hammaddeleri alıp bileştiriyorsun, oluyor” dedi
“Hammaddeleri nereden buluyorsunuz?” diye sordum
“Tüpraş’tan alıyoruz. Mazot üretiminde altta kalan yağları alıp, sonra da Rusya’dan ithal ettiğimiz 50 civarında katkı maddesini formüle göre karıştırıyoruz, oluyor” dedi

“Yağ reklamlarındaki motoru koruma, performansı arttırma meselesinin gerçeklik payı var mı?”diye sordum.
“Var tabi, formülleri farklı, katkı maddesi oranları değişiyor." dedi
“Piyasadaki en iyi yağ hangisi?” diye sordum.
“Benzinli mi, dizel mi?” diye sordu
“Benzinli”dedim
“En iyisi Castrol, ama ben istesem ondan daha iyisini yaparım. İçinde ne var tek tek biliyorum çünkü, ama ne kadar iyi yaparsam yapayım satamam. Bizim adımız duyulmamış, pazar onun” dedi.
“Siz nereye satıyorsunuz?”diye sordum
Açık deterjan gibi açık yağ olarak satıyorlarmış. Servisler alıyormuş, diğer markalı yağların içine karıştırıyorlarmış.
“Arabanızın yağını değiştirtirken mutlaka başında bulunun, kapalı kutuda olmasına dikkat edin” dedi.
“Son zamanlarda çıkan LPG’li motor yağlarının ne farkı olduğunu sordum.
“Hiçbir farkı yok, aynı benzinli motor yağını LPG diye ambalajlıyorlar, pazarı genişletiyorlar, yoksa formülü aynı” dedi.
Pazar, Mart 09, 2008
odun kömürü ve gps
Bu haftasonu dağ yürüyüşünde önce odun kömürü yapımını, sonra GPS'i öğrendim.


Odun kömürü için kuru ağaç dalları kullanılamıyormuş, mutlaka taze kesilmiş ağaç olması gerekiyormuş. Kestikleri ağaçlar meşeymiş.
Üstüste dizerek bir kümbet oluşturdukları dalları saman ve çamurla hava geçirmeyecek şekilde sıvadıktan sonra üstündeki delikten ateşleyip için için yanmasını bekliyorlarmış.
"Ne kadar süre yanıyor?" dedim.

Kömürcülerden ayrılıp yolumuza devam ederken yürüyüş arkadaşlarımızdan birine elindeki GPS cihazının çalışma prensibini sordum.


"Peki bu alet o kadar masrafla uzaya gönderilen uydulardan faydalanıyor, bir ücret ödenmiyor mu?" diye sordum.
"Biz uyduya sinyal göndermiyoruz,sadece ondan gelen sinyali alıyoruz, göndersek elbette para ödememiz gerekir" dedi arkadaşım.

"Belkide, ama Amerikalılar bu uyduları ve sinyalleri askeri amaçlı gönderiyorlar. Bir kısmını kullanıma açıyorlar, ama istedikleri anda, mesela savaş anında kesebilirler. O zaman bu aletler hiçbir işe yaramaz. Hatta GPS sistemini kullanan gemiler, trenler yolda kalır" dedi.
"Nasıl yani, bu GPS sistemi Amerikalıların tekelinde mi?" diye sordum hayretle.
"Evet, ama Avrupalılar da yeni, bağımsız bir sistem geliştiriyorlar. Hatta geliştirdikleri sistem GPS'den daha hassas olacakmış. Galileo adındaki bu sistemden başka Rusların da GLONASS diye bağımsız bir sistemleri var" dedi.
Perşembe, Mart 06, 2008
elektrik

Ne tür santralde çalıştığını sordum.
“Hepsinde çalıştım, elektrikçiyim yani” dedi.

Kendisine bir Urfa seyahatim sırasında gezdiğim Atatürk Barajının sekiz türbininden sadece birinin çalıştırılmasının sebebini sordum.
“İhtiyaç yokmuştur” dedi.
“Enerji açığımız var diye nükleer santral kuruyoruz, neden ihtiyaç yok?” dedim.
“Doğalgaz santralleri çalışıyor”dedi.
“Bedava hidroelektrik santraller varklen neden ithal doğalgazla elektrik üretiyoruz, hatta bildiğim kadarıyla Bulgaristan’dan elektrik de alıyoruz?” diyes ordum
“Politik nedenlerden, Hükumetler öyle anlaşmalar yapmış ki doğalgazı da elektriği de alsan da almasan da para ödüyorsun” dedi.
“Bu elektrik depolanamıyor, değil mi?” diye sordum. “Tabi elektrik kullanılacağı kadar üretilir, mesela puant saatlerinde santraller çalışır, gece 11 oldu mu sırayla devreden çıkarlar. Üretilen elektrik bir merkezde toplanır, çevredeki iller oradan istedikleri kadar elektriği çekerler. Mesela bu bölgenin elektriği Işıkkent’te toplanıyor” dedi.

“Tabi hepsi 50 Hertz üretir” dedi.
“50 Hertz nedir?” diyue sordum.
“Dalgalı akımın salınım sayısı. Amerika mesela, 60 Hertz kullanıyor, ama 110 volt” dedi.
“110 volt için daha kalın kablolar gerekiyor herhalde, değil mi?” dedim
“Evet, 110 volt 220 volttan daha az öldürücü, ama maliyeti daha yüksek” dedi.
Muayenesinde kronik bronşit bulguları olduğundan öksürüğünün esas olarak yıllardır içtiği sigaradan kaynaklandığını söyledim, sigarayı bırakmasınıönerdimve Muconex sirop 3x1 yazdım.
Salı, Mart 04, 2008
sivil kokoreç

Midyeci, simitçi, kokoreççi olarak görev yapan sivil polislerin kazançlarının kime kaldığını sordum.
“Emniyete kalır” dedi.

“E onun o işi yapacak parası olmaz ki. Aletler, arabalar emniyet adına alınır, zimmetlenir. Başlangıç sermayesi bir fondan karşılanır, O da kazandığı parayı getirir o fona teslim eder. Ha; belki kendine üç beş ayıran oluyordur, tam bilemiyorum” dedi.
"Peki vazife icabı seyyar satıcılık yaparken işi beğenip istifa eden oluyor mu?” diye sordum.
“Var, tabii oluyor. Adam misal, pazarcılık yaparken diyor; 'günde 100 lira kazanıyorum, haftada 5 pazara çıkıyorum, bu işin kazancı çok daha iyi' diyor, istifa ediyor. Var öyle arkadaşlar” dedi.
İlk fotograf çok beğendiğim bir fotoğrafçının; Coşkun Teziç'in
Pazartesi, Mart 03, 2008
asayiş

Bugün boğaz ağrısı ve ateş yakınması ile başvuran Asayiş Şube Müdürlüğü’nde görevli bir polis memuruna hep merak ettiğim bir konuyu sordum; “Mesela birisi Diyarbakır’da cinayet işliyor, sonra İstanbul ya da İzmir’e kaçıyor. O kalabalıkta bu adam nasıl bulunup yakalanıyor?” dedim.

“Diyelim İstanbul’da olduğu belli oldu, koca İstanbul’da adamı samanlıkta iğne aramak gibi değil mi?” diye üsteledim.
“Şahıs bir kere aranan listesine girdikten sonra GBT ye geçer, herhangi bir kimlik kontrolünde GBT sorgulaması yapılınca arandığı belli olur tutulur. Ya da eğer çok sağlam istihbarat varsa veya olay önemli ise suçun işlendiği ilden bir ekip gider, tutuklayıp döner” dedi.
“GBT nedir?” dedim.
Genel Bilgi Tarama sistemiymiş. Şüphelenilen kişilerin bilgileri telefonla merkezdeki bilgisayarlardan bakılarak aranıp aranmadığı anlaşılıyormuş.
“Başka şehre giden ekip kaç kişi oluyor, harcırah alabiliyor musunuz, nerede kalıyorsunuz?” diye sordum.

“Yine de aklıma takılan bir şey var; suçlu sahte kimlik kullanıyorsa ne olacak?”dedim.
“O da anlaşılır. Geçenlerde birinin kimliğinden şüphelendik. Adam 45 yaşında ama 25 yaşındaki kardeşinin kimliğini taşıyormuş. Nüfusa geç yazdırılmışım falan dedi, ama inanmadık, karakola götürdük. Oarada biraz araştırıp biraz da sıkıştırınca gerçek kimliği ve arandığı anlaşıldı” dedi, ve ekledi ”İzmir’de işimiz nispeten kola,y zira burada suç işleyenler genelde Güneydoğu kökenli olduğundan halkın arasında kendini belli ediyor, ama Güneydoğu’da görev yapanların işi zor tabii”
Muayenesinde kriptik tonsillit saptadım. İlaç ve istirahat yazmak için sevkini istediğimde, sevk almanın çok zor olduğunu, şehrin öbür ucundaki merkezden sevk alıp sonra emniyetin doktorundan havale yaptırması gerektiğini, buna mecali olmadığını, mümkünse ilaçları sevk gerekmeyen eşinin karnesine yazıp yazamayacağımı sordu.
“İstirahat ne olacak?” dedim.
“Zaten nöbet iznindeyim, idare ederler” dedi.
Gerçekten sevk alması zor olduğundan ve durumu acil tedavi gerektirdiğinden bir seferlik isteğini kabul edip eşinin karnesine Penisilin G 800 1x1 IM yazdım.
Tıp Fakültesinde öğrenci iken bir gece kimlik kontrolünde kimliğim üerimde olmadığından, ama esas olarak rütbelerin işaretlerini bilmediğimden en yaşlı polis memuruna komiserim diye hitap edip, benim yaşlarımdaki yeni mezun komiseri kızdırdığım için nezarethanede 2 saat geçirmiştim.
Aynı hatayı başkalarının da yapmaması için bu yazıya polis rütbelerini koymayı uygun gördüm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)