Pazartesi, Temmuz 30, 2007
kamer genç
Bugün tahlil sonucu almak için gelen Tuncelili bir hastaya Kamer
Genç'in nasıl olup da seçilebildiğini sordum.
"E destekleyenleri var, Nazımiye ve Pülümür'de aşireti var " dedi.
"Tunceli'de aşiret düzeni olduğunu bilmiyordum" dedim
"Güneydoğudaki gibi ağalık şıhlık yoktur ama akrabalık bağı vardır"
dedi ve ekledi "sadece oralardan değil, tüm ilçelerden oy almıştır,
kaç dönemdir milletvekili, pek çok kişiye yardım etti, onlar da
diyetlerini ödüyorlar"
"Ne gibi yardımlar yaptı?"diye sordum.
"Tunceli'de SSK yoktu, hastaneye Elazığ'a gidiyorduk, onu açtırdı.
Bütün kamu kurumlarına işçi memur alınacağı zaman Kamer Genç listesi
gelirdi, o listedekiler alınırdı" dedi.
"Siz nasıl buluyorsunuz tekrar milletvekili seçilmesini?" diye sordum.
"Pek uygun olmadı Tunceli'ye" dedi.
Cuma, Temmuz 27, 2007
sanat işletmeciliği
Bugün bir film ve tiyatro işletmecisi soğuk algınlığı yakınmasıyla başvurdu.
İzmir'de belediyelerin seyyar projeksiyonla parklarda
gösterdiği filmlerin maliyetini sordum.
Normalde ikinci vizyon bir filmin günlük
ücreti 1500 lira civarındaymış. Gün içinde filmi kaç kere gösterirsen
göster-zaten beşten fazla gösteremezmişsin, aynı para ödenirmiş.
Belediye ise filmin sahibi firma ile pazarlık ediyor, filmleri uzun
dönemler için günlük 500 lira gibi bir ücretle kiralıyormuş. Filmi
atıl durumda deposunda bekleyen firma da sürümden kazandığından bu işine geliyormuş.
Birinci vizyon filmlerin fiyatını sordum.
Onlar- şimdi adını
hatırlayamadığım , ama bilet ücretinden komisyon alan bir sistemle
gösterilirmiş.
Bu yöntemde sinema salonu işletmecisi şu kadar kişi izledi deyip onun üzerinden bir ücret ödüyormuş. "Peki seyirciyi az gösteren işletmeciler
olmuyor mu?" diye sordum.
"Olmaz mı? Hatta bu konuda büyük kavgalar çıktı, film ithalatçıları özel seyirci timleri kurarak salonlarda gizlice seyirciyi saydırdı" dedi.
"Tiyatroda ücret nasıl paylaşılıyor?" diye sordum.
Orada sanatçıyla ya da grupla turne için götürü bir pazarlık
yapılıyor, oyun başına sabit ücret ödeniyormuş. Tüm promosyon işleri,
salon kirası organizatöre aitmiş. Sanatçılar hiç izleyici gelmese de
parasını alırmış. Genelde bir oyun günlük 5-6 bin liraya geliyormuş.
Soğuk algınlığı için Sedergin C eff tb 4x1 tok yazdım ve istirahat etmesini önerdim.
İlk fotoğraflar UZAK filminden
Perşembe, Temmuz 26, 2007
evde terzilik
Bugün evinde terzilik yapan bir hanım ayak tırnaklarında kalınlaşma yakınması başvurdu.
Ne tür giysiler diktiğini sordum.
"Palto- kabandan abiye gece kıyafetlerine kadar her türlü dikiyorum, zira bize okulda hepsinin eğitimi verildi" dedi.
Hangi okuldan mezun olduğunu sordum, 1970'lerde Akşam sanat okulundan mezun olmuş.
"Gündüz çalıştığınızdan mı akşam okudunuz?" dedim.
Okulda akşam ders yokmuş, eğitim gündüzleri veriyormuş. Neden akşam sanat dendiğini o da bilmiyormuş.
Hala kıyafet diktiren olup omadığını sordum.
Epeyce varmış, ama psikolojisi bozulduğundan artık fazla müşteri kabul etmiyormuş.
"Ne gibi sıkıntılar oluyor?" diye sordum.
"Mesela Burda'dan bir model beğeniyor, ben oturup kalıbını çıkarıyorum, akşama telefon ediyor, ondan vazgeçtim, başkası olsun diyor, bütün emeğim boşa gidiyor, para da isteyemiyorum, bu durumlar çok yıprattı beni" dedi.
"Patronu derginin kalıpları olmasa da çıkarabiliyor musunuz?" diye sordum.
"Okulda patron çıkarmayı, dropajı öğrendik, çıkartabilirim" dedi.
"Dropaj nedir?" dedim.
Kıyafetin kişinin bedenine göre ayarlanmasıymış.
"Mesela şimdi yaşlı ancak oldukça kamburlaşmış bir hanıma kıyafet dikiyorum, onu bedenine göre ayarlayacağım, ön taraf daha kısa arkası uzun olacak" dedi.
Konfeksiyon varken neden kıyafet diktirildiğini sordum. "Bu bir kültür meselesi" dedi "Konfeksiyon çok gelişti, çok ucuzladı, ama kumaşlar biner biner kesiliyor, hepsi birbirinin aynı, oysa ki diktirilen elbise kişi için tek bir tane yapılır, çizgisi kalıbı bir tanedir."
Dikiş ücretini sordum, her türlü giyside işçilik için 60 lira alıyormuş, bir elbiseyi 4 günde çıkarıyormuş.
Tırnağındaki kalınlaşma mantardan kaynaklandığından Terbisil 250 mg 1x1 yazdım, ilacın tırnağa geçişi çok zayıf olduğundan tedaviye uzun süre devam etmesi gerekeceğini ve bu hastalığın bulaşıcı olduğunu anlattım.
Salı, Temmuz 24, 2007
hava kontrolörlüğü
Bugün havameydanlarından emekli bir hastanın ilaçlarını yazarken, geçenlerde yapılan Sabiha Gökçen Havaalanı'nın işletme ihalesini,idğer meydanların devlete mi ait olduğunu sordum.
"Devlet Hava Meydanları İşletmesi tamamen devlete aittir, nasıl otobüs şirketleri özel olduğu halde gelip belediyenin işlettiği otogara giriyorlarsa, bu da öyle işler, ama devletin çöp toplayıp tuvalet temizlemesine gerek yok, zira bu iş esasen budur” dedi. Şimdi Sabiha Gökçen Havaalanının işletmesi devredildiği gibi TAV da bazı terminalleri yap-işlet-devret formülüyle işletiyormuş.
“Havaalanlarında yeme içme neden çok pahalı oluyor?” diye sordum.
Kiraları yüksek olduğu içinmiş. “Tüm dünyada uçak yolcusu paralı yolcu kabul edildiğinden böyle gelmiş, böyle gidiyor” dedi. Havaalanlarında alanlar metrekareyle değil metreküple kiralanırmış. DHMİ geliri çok yüksek bir kuruluşmuş. Bir uçak hiç yere inmeden Edirne’den Kars’a hava sahamızdan geçse bile binlerce dolar ödermiş, çünkü DHMİ ona hava trafiği hizmeti sunuyormuş.
Öğrenciliğinde gelirler dairesine girdiği işletmede her mevkide çalışmış, hava trafik kontrolörlüğü de yapmış.
“Çok zahmetli ve konsantrasyon gerektiren bir iş sanırım?” dedim.
“Evet çok stresli, hele eskiden radar yokken daha da zordu” dedi.
Seksenli yıllrda çalıştığı Esenboğa’da, Gemerek’ten Göynük’e kadar olan bölgeye bakarmış. Uçaklardan telsiz yoluyla alınan, nereden gelip nereye gittiği, uçuş numarası, uçağın cinsi gibi bilgiler ince uzun şeritlere yazılır önündeki panoya uçuş yüksekliklerine göre tutturulurmuş. Sadece kendi telsizini değil, yanında oturan kontrolörlerinkini de dinler ve çeşitli yönlerden kendi bölgesine girecek uçakları takip edermiş. Zaten uçak bölgeni terk ederken yanındakine haber verirmişsin.
Perşembe, Temmuz 19, 2007
oniki eylül
Bugün kalsiyum preparatı yazdırmaya gelen bir hanıma niçin bu ilacı kullandığını sordum.
“Kemik erimesi başlangıcı varmış bende” dedi.
Anlayacak gibi bir hanım olduğundan, eğer normal miktarda süt ve süt ürünlerini tüketiyorsa dışardan ekstra kalsiyum almasına gerek olmadığını, zaten bu ilaçların da saf kalsiyum içermediğini, Maliye Bakanlığı sadece D vitamini içeren kalsiyum preparatlarını ödediğinden mecburen onların yazıldığını, D vitamininin ciltte güneş ışınları vasıtasıyla sentezlendiğini,
eğer çarşafla gezmiyorsa, hele bizim ülkemiz gibi güneşli bir ülkede D vitamini eksikliğinin gelişmeyeceğini, D vitamini yağda eriyen vitaminlerden olduğundan fazlasının vücuttan kolay atılamayacağını, esasen bu kemik erimesi hastalığının da bir nevi ilaç şirketleri tarafından üretilmiş hastalık olduğunu anlattım.
Hasta ikna oldu, “Peki yazmayalım o zaman . Bizim köyde herkes süt içerdi, hiç böyle hastalık da yoktu zaten” dedi.
Köyünün neresi olduğunu sordum, Tunceli’nin köylerindenmiş. Hayat orada gittikçe zorlaştığından on yıl önce İzmir’e göçmek zorunda kalmışlar. “Ne zorluklar vardı?” diye sordum. “Hem terör örgütü, hem devlet iki yandan sıkıyordu o zaman” dedi. “Açık bakkal yoktu, çocukları okula gönderemiyorduk.”
Köyleri ve çevre köyler hep aleviymiş .
“Orada da cemevleri var mı?” diye sordum.
“Yok; olmadığı gibi 12 Eylül döneminde Kenan Evren bizim oradaki hiçbir köyde okul yokken bütün köylere cami yaptırdı, hepsine imam atadı. Köyde cemaat yok, cami imam var; e nooldu, camileri saman ekin deposu yaptılar, yazık dökülen paralara. İlçe merkezinde bir cami vardı zaten. Biz karışmayız isteyen gider isteyen gitmez, ama bizim köylerde hiç giden yoktu.” dedi.
"Başka neler oldu 12 Eylül'de?" diye sordum.
"Sahipsiz, fakir çocukları yatılı imam hatip liselerine kaydettiler, daha sonra köye döndüklerinde bazı çocuklar hiç imamlık yapmadı, bir kısmı da aileleriyle anlaşamadı" dedi.
Kemikleri güçlendirmek için sadece süt içmenin yeterli olmadığını egzersizin de aynı derecede önemli olduğunu anlattım, düzenli yürüyüş yapmasını önerdim, reçete yazmadım.
Fotoğraflar Tunceli'den
Çarşamba, Temmuz 18, 2007
mandıracılık
Bugün eski bir mandıra sahibi ilaçlarını yazdırmak için geldi. Mandıracılığı bıraktığı için çok pişmanmış. Çalıştığı dönemde Güney'deki turistik ilçenin pazarının %70'ine sahipmiş.
Yoğurtların nasıl yapıldığını sordum. "Şimdi işin doğrusunu söylemek gerekirse çok katkı maddesi koyuluyor" dedi. Sertleştirici, kaymak yapıcı, ekşimeyi önleyici koruyucu maddeler hemen her yoğurtta varmış.
"Doğal yoğurt sloganıyla satılanlarda da mı var?" dedim.
"E tabi, bir kaşık alıyorsun yoğurt tatlı, halbuki doğal yoğurtta hafif bir ekşilik ve sulanma olur. Ben şahsen hiç katkı maddesi koymadan yapardım, müşterilerim de bunu anlar takdir ederdi, başkası 5 e satıyorsa ben sekize satardım" dedi.
"Sütü de kendiniz mi topluyordunuz?" diye sordum.
"Tabi, hem de ne zorluklarla. Çiftçiler bilinçsiz, kimi elini yıkamadan sağar, kimisi sağdıktan sonra sıcakta bırakır. Bazısından 3 kilo bazısından 30 kilo alıp birleştiriyorsun. 3 kilo süt 1,5 ton sütü keser" dedi.
"Kesilen sütü ne yapıyorsunuz?" dedim
"Çökelek olur, başka birşey olmaz, o da ancak maliyetini kurtarır. Tabi süt kesildiğinde o gün yoğurdu yok satarsın, çıkaramazsın" dedi.
Kendisinin şimdi beğendiği bir yoğurt olup olmadığını sordum.
"Bir tek Foça yoğurdunu beğeniyorum, Pehlivanoğlu’nda bulunuyor, onda doğal yoğurt tadı var" dedi.
Fotoğraflar süt içmeye teşvik kampanyasından.
galiçya cephesi
Bu haftasonu okuduğum, Şevki Yazman'ın "Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer?" adlı savaş anıları kitabından bugüne dek hep duyduğum ama Kuzey Afrika'da olduğunu düşündüğüm Galiçya'nın Ukrayna Polonya sınırında bir bölge olduğunu, Enver Paşa'nın memleket büyük topraklar kaybederken Alman Kralı'na yaranmak için Avusturyalı'lar istemeden , neredeyse zorla, ısrar ederek 1916 ylında buraya gönderdiği iki tümen askerimizin 12 000'inin orada şehit düştüğünü öğrendim.
Şevki Yazman birliğiğiyle birlikte Çanakkale'de savaştıktan sonra Galiçya'ya gönderilmiş, oradan dönüşte hiç durmadan Filistin cephesine devam etmiş. 1950'den sonra iki dönem Elazığ milletvekilliği yapmış.
Ayrıca Şevki Yazman'ın Mehmetçiğin günlük hayatını, Avrupa halklarıyla (ve kadınlarıyla) ilişkisini, başlarından geçen ilginç olayları espirili, ironik, akıcı bir şekilde anlatmasından çok etkilendim.
Hababam sınıfının tarih öğretmeninin öğrencileri Galiçya'da bahsedince neden o kadar heyecanlandığını anladım.
Galiçya'yı bugüne kadar merak edip okumadığım için utandım.
Kitaptan bir bölüm:
Trenle Galiçya cephesine sevk olunurken gecenin bir saati durdukları istasyonda kapılara elindeki sopayla vurarak herkesi uyandırmaya çalışan şişman bir Alman Yüzbaşısı, o sıralarda 20 yaşında olan Mülazım (Teğmen) Şevki'de şu düşüncelere yol açar:
"Zavallı bütün gayretini bize tahsis edilmiş olan yemeğin yedirilmesine vermiş de "Benim vazifem budur" diyordu. Bunun için bir istasyon öncesinden hazırladığı pusulayı verdiği gibi, şimdi de birer birer askeri kaldırmağa uğraşıyordu.
Halbuki onun yerine bizim o vakitki menzilcilerden (levazımatçı) biri olsaydı, mutlaka şöyle bir akıl yürütürdü:
"Bu gelenler ya açtır ya tok… Aç mide uyumaz, madem ki bunlar uyuyorlar, demek ki tokturlar, ve madem ki tokturlar, o halde yemeğe de ihtiyaçları yoktur. Neticede kapıları vurmaya, hatta burada menzil bulunduğunu hissettirmeye gerek yoktur. Yenecek şeyleri derhal hazineye gelir kaydederim."
Bundan daha mükemmel mantık ve akıl olur mu? Ve şüphesiz ki bunu duyan amiri de onu hazine menfaatine çalıştığından tebrik ve takdirden başka bir şey yapamaz. Ama trendekiler açmış, ve belki birkaç günden beri aç oldukları için baygın bir şekilde serilmilerdir. O da başka mesele
…
Vagonlardan alelacele indik, yemekhanelere dağıldık. Ben bu gece yarısında verilecek yemeği doğrusu merak ediyordum. Öyle ya saat gecenin 12 sinde insana rosto yedirilmez ya! Evet hazinenin gelirini düşünmeyen Alman Yüzbaşısı burada ikinci ve daha büyük bir hata yapıyordu. Efrat ve zabitanın hepsine birden tereyağı, marmelat ve sütlü tatlıdan oluşan muhteşem bir ziyafet çekiyordu. İşte özellikle bizim zamanımızdaki iaşecilik zihniyeti itibarıyle affedimez bir hata! Çünkü o zamanlardaki Tayinat Kanunname-i Hümayun'unda (Tayın Dağıtım Kanunnamesi'nde ) bu mübareklerin her üçü de " erzak-ı nadire"( az bulunur erzak ) namını alıyordu.
Erzak-ı nadire herhangi bir sebep dolayısı ile ele geçebilir. Erzak ambarına girer, sarf edilecek yer bulunmadığından uzun zaman saklamak zarureti doğar, beklemek yüzünden mesela tereyağı ekşiyip acır, ağza alınmayacak hale gelebilir, ve neticede bir raporla dışarı da dökülebilirdi. Bunlar hep mantıklı neticeler… Fakat efrada kıtaatta verilemezdi. İşte bu hatayı Alman yüzbaşısı yapıyordu.
Fotoğraflar Galiçya cephesinde nöbet tutan , el bombası atan Mehmetçik'ler, ve Enver Paşa'nın cepheyi ziyaretinden . İlk fotoğraf ise bu siteden: Kore'de Mehmetçik.
Şevki Yazman birliğiğiyle birlikte Çanakkale'de savaştıktan sonra Galiçya'ya gönderilmiş, oradan dönüşte hiç durmadan Filistin cephesine devam etmiş. 1950'den sonra iki dönem Elazığ milletvekilliği yapmış.
Ayrıca Şevki Yazman'ın Mehmetçiğin günlük hayatını, Avrupa halklarıyla (ve kadınlarıyla) ilişkisini, başlarından geçen ilginç olayları espirili, ironik, akıcı bir şekilde anlatmasından çok etkilendim.
Hababam sınıfının tarih öğretmeninin öğrencileri Galiçya'da bahsedince neden o kadar heyecanlandığını anladım.
Galiçya'yı bugüne kadar merak edip okumadığım için utandım.
Kitaptan bir bölüm:
Trenle Galiçya cephesine sevk olunurken gecenin bir saati durdukları istasyonda kapılara elindeki sopayla vurarak herkesi uyandırmaya çalışan şişman bir Alman Yüzbaşısı, o sıralarda 20 yaşında olan Mülazım (Teğmen) Şevki'de şu düşüncelere yol açar:
"Zavallı bütün gayretini bize tahsis edilmiş olan yemeğin yedirilmesine vermiş de "Benim vazifem budur" diyordu. Bunun için bir istasyon öncesinden hazırladığı pusulayı verdiği gibi, şimdi de birer birer askeri kaldırmağa uğraşıyordu.
Halbuki onun yerine bizim o vakitki menzilcilerden (levazımatçı) biri olsaydı, mutlaka şöyle bir akıl yürütürdü:
"Bu gelenler ya açtır ya tok… Aç mide uyumaz, madem ki bunlar uyuyorlar, demek ki tokturlar, ve madem ki tokturlar, o halde yemeğe de ihtiyaçları yoktur. Neticede kapıları vurmaya, hatta burada menzil bulunduğunu hissettirmeye gerek yoktur. Yenecek şeyleri derhal hazineye gelir kaydederim."
Bundan daha mükemmel mantık ve akıl olur mu? Ve şüphesiz ki bunu duyan amiri de onu hazine menfaatine çalıştığından tebrik ve takdirden başka bir şey yapamaz. Ama trendekiler açmış, ve belki birkaç günden beri aç oldukları için baygın bir şekilde serilmilerdir. O da başka mesele
…
Vagonlardan alelacele indik, yemekhanelere dağıldık. Ben bu gece yarısında verilecek yemeği doğrusu merak ediyordum. Öyle ya saat gecenin 12 sinde insana rosto yedirilmez ya! Evet hazinenin gelirini düşünmeyen Alman Yüzbaşısı burada ikinci ve daha büyük bir hata yapıyordu. Efrat ve zabitanın hepsine birden tereyağı, marmelat ve sütlü tatlıdan oluşan muhteşem bir ziyafet çekiyordu. İşte özellikle bizim zamanımızdaki iaşecilik zihniyeti itibarıyle affedimez bir hata! Çünkü o zamanlardaki Tayinat Kanunname-i Hümayun'unda (Tayın Dağıtım Kanunnamesi'nde ) bu mübareklerin her üçü de " erzak-ı nadire"( az bulunur erzak ) namını alıyordu.
Erzak-ı nadire herhangi bir sebep dolayısı ile ele geçebilir. Erzak ambarına girer, sarf edilecek yer bulunmadığından uzun zaman saklamak zarureti doğar, beklemek yüzünden mesela tereyağı ekşiyip acır, ağza alınmayacak hale gelebilir, ve neticede bir raporla dışarı da dökülebilirdi. Bunlar hep mantıklı neticeler… Fakat efrada kıtaatta verilemezdi. İşte bu hatayı Alman yüzbaşısı yapıyordu.
Fotoğraflar Galiçya cephesinde nöbet tutan , el bombası atan Mehmetçik'ler, ve Enver Paşa'nın cepheyi ziyaretinden . İlk fotoğraf ise bu siteden: Kore'de Mehmetçik.
Perşembe, Temmuz 12, 2007
seyyar fotoğrafçılık
Bugün tırnak batması yakınmasıyla bir seyyar fotoğrafçı başvurdu. Yarasının pansumanını yaparken sohbet ettik:
Genelde restoranlarda ve düğünlerde çalışıyormuş. Dijital makineyle çekip hemen orada arabasına monte ettirdiği yazıcıda 13 x 18 ebadında basıyormuş. Arabada yazıcıyı kullanabilmek için aküden gelen doğru akımı 220 voltluk alternatif akıma çeviren bir alet de taktırmış. Daha büyük baskılar için sabit yazıcısını da o çevrede bir yerde bulunduruyormuş. Eskiden analog makineler zamanında fotoğrafı çektirdikten sonra hemen filmi kesip yakınlardaki bir stüdyoya gidip banyo ettirir, bastırırlarmış.
'Bir de sıra beklerdik, ne zorluklar çektik' dedi
13x 18 kartın maliyeti 80 kuruş kadarmış. Yerine göre 5, yerine göre 10 liraya satıyormuş.
Ancak çalıştığı restoranlara da yıllık ödeme yapıyormuş.
'Nasıl yani fotoğraf çekmek için restorana para mı ödüyorsunuz?' diye sordum.
'O mekana giren çekirdekçi bile sahibine bir şeyler vermek zorundadır, zira onlar da başkasına veriyorlar. Dışarıya kaldırıma üç masa atsa belediyeye 1000 lira veriyor’ dedi.
Ne kadar verildiğini sordum;
'Kimi küçük restoranlarda para olmaz da işlerini broşürlerini, menülerini, bir sanatçı gelecekse onun afişlerini yaparız. Büyük restoranların hele düğün yapanların tarifesi vardır. Mesela ben 5 sene önce düğün yapılan bahçeli bir restorana sezonluk 11000 lira ödedim, ama sezon dediğin 3 ay, en az 70 düğün olacak diye şart koyduk. Bu sene aynı yer 45 000 liraya kiralanmış’ dedi.
'Düğünlerde bir de kapıdan girer girmez herkesin fotoğrafını çekenler oluyor, o iş nasıl işliyor?' dedim. Düğünün sonunda sergi açılıyor, yine 13x 18 lik fotoğraflar 5 liradan satılıyormuş.
'Kalanları ne yapıyorsunuz?' dedim.
Atılıyormuş,
'Zaten bu işte fire o kadar önemli değildir, fotoğrafların üçte birini satsan zarar etmezsin. Bazen bir grubu çekersin, basıp getirirsin, birisi kolunu kaldırmış masadaki önemli birsinin yüzü kapanmıştır, hemen yırtar yenisini, çekerim’ dedi.
'Sergilerin sonunda satılmayanları 1-2 liradan satsalar daha iyi olmaz mı?' diye sordum.
Bazen yapılıyormuş, ama bu sefer herkes ucuzlayacak diye beklediğinden almıyormuş. 'Bedava bile versen yine fire olur' dedi.
Kordonda 1 liraya asker fotoğrafı çekenleri sordum.
'Onlarınkiyle benimki çok farklı, ben bir gün batımı ışığı yakalarım herkes fotoğrafları kapışır' dedi.
Tırnaklarını kavisli kestiği için bu acıyı çektiğini, özellikle ayak tırnaklarını bu iş için yapılmış düz uçlu bir tırnak makasıyla düz olarak keserse bir daha aynı rahatsızlığı yaşamayacağını anlattım.
İlk ve son fotoğraflar Yeni Rakı ve Fotoğrafevi'nin ortak yarışmasından.
Çarşamba, Temmuz 11, 2007
emlak piyasası
Bugün bir emlakçı uykusuzluk için Xanax yazdırma isteğiyle başvurdu.
“Emlak piyasası nasıl bugünlerde?” diye sordum.
“Şimdi çok durgun, seçimlere kadar da açılmaz” dedi. Söylediğine göre fiyatlar %30 düşmüş ama alıcı yokmuş.
“Peki seçimlerden sonra açılır mı sizce?” diye sordum.
“Ovv hem de ne açılacak, bence fiyatlar en az % 50 yükselir” dedi.
Nasıl emlakçılığa başladığını sordum. Devlet memuriyetinden emekli olduktan sonra arkadaşlarına ait emlakçılarda vakit geçirmeye başlamış, iş hoşuna gidince de kendi dükkanını açmış.
“Her isteyen emlakçı açabiliyor mu?” diye sordum.
Lise mezunu olmak ve Emlakçılar Odası’nın düzenlediği iki haftalık kurslara katılmak gerekiyormuş. Kursların müfredatını sordum.
“Hukuk” dedi, “Hukuk ve muhasebe” Yapı, inşaatla ilgili bir ders görmemişler.
Alım satımlarda ya da kiralamalarda komisyon ödemek istemeyenler olup olmadığını sordum. Nadiren oluyormuş, ama yeri göstermeye giderken yer gösterme belgesini imzalattıktan sonra mahkemeye verince hakkını alırmış. “Belgeyi imzalatmazsan hiçbir hak iddia edemezsin” dedi. Geçenerde birisi 5 000 liralık komisyonu 4000 olarak ödemek istemiş. Olmaz demiş, adam da sorup soruşturmuş, mecbur olduğunu anlayınca getirip ödemiş.
Xanax’ın uyumak için iyi bir ilaç olmadığını, uzun süre kullanımda bağımlılık yaratacağını anlattım, ve sıkıntısı da olduğundan Tolvon 10 mg 1x1 gece yazdım.
Cuma, Temmuz 06, 2007
başkomiser
Bugün tansiyonunu ölçtürmeye gelen emekli bir başkomisere neden bu kadar genç emekli olduğunu sordum.
‘Çok sıkıldım’ dedi.
Çalışma saatleri çok ağır olduğu gibi, karakol amiri olarak çalıştığından hiç sohbet edecek kimsesi olmuyormuş.
‘İşimiz gereği alışmışız karakaşlı olmaya, gülemiyoruz’ dedi.
Karakaşlı ne demek diye sordum.
‘Karakolda amir olunca memurlarla yüz göz olamazsın, yoksa sözünü dinletemesin. Bir iş olursa iner aralarına yaparsın ama yanlarında oturup çay içemezsin, onlar da tedirgin olur, en iyisi odanda oturursun. Ben hep odamın içinde volta atardım. Ha bir de bol bol komşu karakolların amirleriyle telefonla konuşursun, işte o kadar, vakit geçmez’ dedi.
Kendisine genç yaşta işsizliğin hastalıklara davetiye çıkartacağını, kendisine bir iş bulması gerektiğini söyledim.
‘Ben bu yaştan sonra ticaret yapamam ki, küçükten alışmak lazım’ dedi. İlle de ticari bir iş yapması gerekmediğini, derneklerde, hayır işlerinde çalışabileceğini anlattım.
Çarşamba, Temmuz 04, 2007
okuma yazma
Bugün ilaç yazdırmaya gelen fakat bağlı olduğu aile hekimini bulamayan yaşlı bir teyze
'Kimse yazmıyor ilacımı ,
kendi doktoruna git diyorlar, benim okumam yazmam yok cahilin, nasıl
gideyim.' dedi.
İlaçlarını yazarken 'Hiç mi okuma yazma bilmiyorsun teyze?'
diye sordum.
Hiç bilmiyormuş.
'Bir tek rahmetli beyim adımın başharfini öğretmişti,
iki çıbık çiziyorum, ortasına bir tane daha, imza oluyor' dedi.
Aslen Tire'liymiş. Babası kız kısmı okumaz diye kendisini ve kız kardeşini
okula göndermemiş.
Çocukları olduktan sonra da çapadan başını kaldırıp da okuyamamış.
'Otobüslere nasıl biniyorsun?' dedim
Binemiyormuş, 'Anca birisi bindirirse, yoksa yanlış biniyorum, şöföre
de soruyorum ama geçen gün yine yanlış otobüse binmişim , gerisin
geriye yürüdüm' dedi.
'Para hesabı yapabiliyor mu ' diye merak ettim.
Onu da yapamıyormuş. Pazara yanında oğullarıyla gidiyormuş, sebzeleri
O seçiyor, parayı oğulları ödüyormuş.
'Saat?' dedim.
Gururla 'Onu biliyorum işte ' dedi. Sabah 7 de kaldır
diyorlar, 12den sayıyorum, yedinin üstüne gelince kalkın gari yedi
oldu diyorum' dedi.
Eşinin itirazına rağmen oğullarının hepsini okutmuş. Eşi de cahilmiş,
'Naapcaklar okuyup da gelip çapada çalışsınlar' demiş, ama teyze karşı
gelmiş.
'Çapa çok zor oğlum, toprak ayağını yakar, güneş başını, bak
şimdi hepsi memur oldu dua ediyorlar ana bizi okuttun diye, kışın soğuk, yazın sıcak görmüyorlar.' dedi.
Hala okuma yazmayı öğrenebileceğini söyledim.
'Yok bizden geçti artık,
ne işimiz olacak okumakla, yarım kilo alıp pişirip yiyoruz, bitince
yine alıyoruz' dedi.
Cin Ali'ler bu siteden
Pazartesi, Temmuz 02, 2007
meyve ihracatı
Geçen hafta emekli bir meyve ihracatçısı dişetlerindeki iltihap için antibiotik yadırmak istedi.
Kendisiyle meyve ihracatını konuştuk. Daha ziyade mandalin ve kiraz ihraç etmiş.
'Satsuma nedir?' diye sordum.
Pazarda satılan hep yediğimiz mandaline satsuma denirmiş.
Satsuma dışında 4 tür daha mandalin varmış:
Bodrum mandalini (Çekirdekli açık renk kabuklu), King (Çekirdekli koyu renk kabuklu), Tangerine (Adana yöresinde yetişen armut şeklinde bir tür), ve Clementine (King türünün çekirdeksiz ve zarı çok ince olanı).
Bunların arasında en kıymetli olan Clementine’miş ama Türkiye’de pek yetişmiyormuş.
‘İspanya bütün Avrupa pazarını bununla vurdu zaten’ dedi.
Mandalin ihraç edilmeden önce kurduğu tesiste yıkanıyor, sekiz ayrı boya ayrılıyor ve parafinleniyormuş. Neden parafinlendiğini sordum. Parafin malın hem dayanıklılığını, hem albenisini arttırırmış. Mandalinlerin üzerine spreyle sıkılarak atılıyormuş. Bu sayede soğuk frgorifik kamyonlarda 10 günlük yola dayanırmış.
'En büyük mandalin, en pahalı mı oluyor?’ dedim.
1-3 arası orta boylar en makbulüymüş. Çift sıfır denen 120 mm’lik mandalinler muteber değilmiş.
‘Kiraz da parafinleniyor mu?' diye sordum.
Parafinlenmiyormuş, bu nedenle kiraz ihracatı daha kolaymış, tesis kurmaya gerek yokmuş.
'Dünyadaki en pahalı meyve kiraz sanırım' dedim, onayladı. Avrupa'da iyi kalite kiraz 7-8 Euroya satılıyormuş, ama büyüklüğü ceviz kadar oluyormuş. Kirazı soğuk, buzlu suda 5 dakika bekletip şoklayınca 10 gün hiçbir şey olmazmış.
‘Ben meyveyi yıkamadan saklamak gerekir sanıyordum’ dedim.
Değilmiş, 'Evde buzdolabına koymadan önce de buzlu suda bekletirseniz eti sıkılaşır, dayanıklılığı artar’ dedi.
Kiraz bayatlamaya başlayınca önce sapları kururmuş. Buna karşı kirazları koyduğu tırın içine, kasaların altına 5 kilo da kuru buz (sıvı nitrojen) koyunca saplarının yeşil olarak Avrupa’ya varmasını sağlıyormuş.
'Buz hemen erimiyor mu?' dedim.
'Araba korunaklı olduğundan o karbondioksit buharı çıkartarak varış noktasına kadar idare eder’ dedi.
‘Zor bir iş mi bu yaş meyve ihracatçılığı?’ diye sordum.
'Zor tabi, gecesi yok, gündüzü yok. Malı bulacaksın, işleyeceksin, müşteriyi bulacaksın, bozmadan teslim edeceksin, parayı tahsil edeceksin, kambiyoyla uğraşacaksın, ayrıca riski de büyük’ dedi.
1992 yılında Yugoslav iç savaşı çıkınca bütün tırları yolda kalmış, 650 bin mark zarar etmiş.
Dişetleri için 3 ayda bir antibiyotik kullandığını söylediğinden ne sıklıkla fırçaladığını sordum.
'Pek sık fırçalayamıyorum’ dedi. Sağlıkta önceliğin korumakta olduğunu, dişlerini kanamasından korkmadan günde en az 3 defa 2-3 dakika, kurallarına uygun şekilde fırçalarsa ne bu azabı çekeceğini, ne de ilaç kullanmak zorunda kalacağını, her ilacın aslında bir zehir olduğunu anlattım,
ve son olmasını dileyerek Rovamycine tb 2x1 ve Andorex garg. 3x1 yazdım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)