Cumartesi, Kasım 28, 2009

bingöl'de doktorluk

Bugün öğleden sonra, nöbet sonrası yorgunluğun da etkisi ile kendimi çok çaresiz hissettim. Daha önce bahsettiğim gibi bana başvuran hastalarda yüksek oranda depresyon tanısı koyuyorum. Depresyon tedavisi için ilaçları uzun süre kullanmak, tedavinin hemen yarın sonuç vermeyeceğini anlamak gerekiyor. Bu nedenle her hastaya ayrıntılı olarak depresyonun ne olduğunu, kullanacağı ilaçların renklerini, nasıl kullanılacağını, yan etkilerini, tedaviden 1 aydan önce sonuç alınamayacağını ve bu süre içinde bu ilaçlar işe yaramıyor diyerek ilaçları bırakmaması gerektiğini anlatmak gerekiyor.
Ancak hastaları tedaviye ikna etmek hiç kolay değil, bazen iknanın tercüman aracılığı ile yapılması da cabası.
Bugün iki hasta başka nedenlerle geldiklerinde daha önce verdiğim ilaçların sersemlik yaptığını ve bu nedenle bıraktıklarını söylediler. Bir hasta da ben kısılmış sesimle standart beş dakikalık konuşmayı yaparken sürekli başka yerlere bakıp her cümlemin arasında 'Başım ağrıyor' dedi. En sonunda ben de patladım:

'Başının ağrıdığını anladım, ama sen beni hiç dinlemiyorsun, sana anlatıyorum' diye bağırdım.
Burada hastaneye gelmek özellikle kadınlar arasında en popüler, belki de tek sosyal aktivite. Sık sık bir önceki gün muayene olmuş, epey pahalı bir reçete yazılmış hastalar aynı yakınmalarla tekrar başvuruyorlar. Doktor karnesini incelemezse aynı tetkikler tekrar tekrar yapılıyor, aynı ilaçlar tekrar tekrar yazılıyor, evler ilaç doluyor. Neden aldığı ilaçları kullanmadığını sorduğumda aldığım yanıtlar genelde: İlaçlar dokundu ölüyordum, muayene etmedi, bir de uzmana görünelim dedik oluyor . Yakınmalar da hep aynı, genelde psikosomatik, müphem , dolaşan ağrılar, uyuşmalar, vs. Hele bir kaburga altı ağrısı var ki bugün gerçekten epey düşündüm: Organik bir sebep bulunamayan, kaburgaların altında bant şeklinde yayılan ve her yaştan, her cinsten insanın aynı şaşmaz el hareketiyle aynı bölgede gösterdiği bu ağrıya ne sebep olabilir diye, bulamadım. Kamera şakası gibi; hergün baktığım yaklaşık 100 hastanın 30'u bu yakınmayla geliyor. Fazla yağlı ağır yeme sonucu olabilir mi diye düşündüm , ama geldiğimden beri ben de ağır yiyorum ( yemekhanede geldiğimden beri yani 20 gündür ilk defa dün sebze yemeği çıktı ) , bende bir sorun yok.

Bir de başkasının yeşil kartını kullanma alışkanlığı var. Bugün geldiğimden beri 1000. hastaya baktım (kalem hediye ettim). Bu bin hasta arasında güvencesi olmayana hiç rastlamadım. Popülasyonun %70'i yeşil kart sahibi, olanlar olmayanlarla paylaşıyorlar, bir aile için bir erkek, bir dişi yeşil kart yeterli. Bu resim sana benzemiyor dediğimde genelde eskiden çektirmiştim, zayıfladım/şişmanladım diyorlar. Kimin zengin kimin fakir olduğu da anlaşılamıyor. Geçen gün bir hasta kayınvalidesinin yeşil kartıyla başvurdu, konuşurken eşi iki tane şovrumum var dedi.

( Resimler: Polikliniğimin camından manzara. Kadınların yürüdüğü yolda geçen hafta silahlı bir saldırganı polisler kovaladı, havaya ateş ettiler, arabayla takip edip yakaladılar, sonra da saatlerce karları küreyip boş kovanlarını aradılar )

Cuma, Kasım 27, 2009

trafik polisliği





Bugün bir trafik polisi idrar yaparken yanma yakınması ile başvurdu. Bölge trafikte yol denetiminde çalışıyorlarmış. Denetimleri neye göre yaptıklarını merak ediyordum, 'Sabahları bugün şuraya radar koyalım diye mi karar veriyorsunuz?’ diye sordum.
Öyle değilmiş. Her günün programı baştan belliymiş. Mesela sabah 8:00 – 9:30 arası şu noktada radar, 10’a kadar serbest bölge denetimi( bu arada ihtiyaç görülürmüş) , 10:00-12:00 arası emniyet kemeri denetimi gibi kendilerine verilen programa uyarlarmış.
‘Radara yakalanınca gerçekten cezadan kurtulmanın yolu yok mudur?’ diye sordum.
Radar aracında VHS kamera varmış, ve bütün araçları kaydediyormuş.

'Ancak görev sırasında radara yakalanan son araç olursanız radara telefon edip bandı biraz geri alıp silmek mümkün olabilir, yoksa sizden sonra yakalananlar da silinir’
dedi.

Görev bitiminde bu kasetler dijital ortama aktarılıp arşivde saklanıyormuş. Denetime gelen müfettişler rasgele bir kayıt seçip o güne ait ceza koçanlarını istiyor ve karşılaştırmalı olarak kaydı izliyor, ceza kesilmesi gerektiği halde kesilmeyen varsa hesabını soruyorlarmış.
'
Lanet olsun adımız çıkmış ya bir kere hırsıza!’ dedi.
Neden böyle olduğunu sordum. '
Bazı sütü bozuklar, hem de büyük paralara da değil, 3- 5 liraya üniformasını satıyorlar’ dedi.
'
Nasıl düzelir peki bu iş?' diye sordum.
‘Halkın da bilinçlenmesi lazım. Özellikle kamyon sürücüleri alışmışlar, hiçbir eksikleri olmasa dahi ‘Al abi çorba içersin’ diye para uzatıyorlar. Soruyorum, kaç para alıyorsun diye 500 lira.Yahu kardeşim ben 1500 lira alıyorum, sen bana çorba parası veriyorsun bu nasıl iş!’ dedi.
‘Şikayet olursa ne ceza veriliyor’ diye sordum.
‘Her polisin aracının plakası onun kodudur, 155’i arayıp şu kodlu memur şu noktada benden usulsüz para istedi diye şikayet edersen mutlaka araştırılır, memur açığa alınır.Bütün konuşmalar kaydediliyor, ayrıca Emniyet Müdürümüz de bu konuda çok hassas’ dedi.

'Kendi adını vermek zorunda mı şikayet eden ?’ dedim. Vermek zorunda değilmişsin , ama en azından plakanı verirsen şikayetin daha ciddiye alınırmış. Bazen fazla tonajlı araçların geçeceği yollardan ekibi uzaklaştırmak için sahte şikayette bulunanlar oluyormuş, bunu hissederlerse yerlerinden kıpırdamıyorlarmış.

'Memur açığa alınınca ne olur?’dedim.
‘En azından görev yeri değişir, değişsin de zaten’ dedi.
İdrar yollarındaki enfeksiyon için Urfamiycin500 tb 3x1 verdim ve korunmadan cinsel ilişkiye girmemesini, daha ciddi ve ölümcül enfeksiyonlar da kapabileceğini hatırlattım.
Fotoğraflar sırasıyla Moskova, K.Kore, Kabil, Çin, Irak ve Erivan'dan trafik polisleri.

Perşembe, Kasım 26, 2009

dedikodu




Bugün 80’li yılların başlarında İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde lüks şarküteri işletmiş bir hastamla sohbet ettik. O yıllarda lüks tüketim yeni başlamış.
“Lavaş kiri peynirlerini ilk ben getirdim, o zaman kaçaktı, tezgah altından satardık” dedi.
“Bildiğimiz üçgen peynirlerden mi?” diye sordum.
“Evet onlardan , bizim Karper peynirden bir farkı yok ama talep vardı işte” dedi.
Esas parayı hazır yemek işinden kazanıyormuş,
"Zengin muhit olduğundan evde yemek pişirmeyle de, fiyatlarla da uğraşmazlardı, yemekte kar oranı % 200 dü” dedi.
O zamanlar pek çok ünlü müşterisinin arasında yeni cinsiyet değiştirmiş olan Bülen Ersoy da varmış. Dükkana mutlaka sağ ayağı ile besmele çekerek girermiş, ama ağzı çok bozukmuş.
“Dükkanda mı kötü konuşurdu?” dedim.
“Yok bir keresinde telefonla pastırma sipariş veriyordu, içerdeki annesine yağlı mı, yağsız mı olsun diye sordu. Annesi herhalde duymayınca sana söylüyorum… diye bir küfürler savurdu, ben utandım” dedi.

Dükkanda kibar konuşurmuş, bir keresinde tüm çalışanlara 500 lira bahşiş vermiş, en son kasada oturan kendisine de verince “Bülent Hanım ben buranın sahibiyim” diyecek olmuş. Bülent Hanım:
“Olsun hatıra olarak saklarsınız diye veriyorum” demiş.

Çarşamba, Kasım 25, 2009

aa






Bugün karaciğer yağlanması nedeniyle yaptırdığı tahlillerini göstermeye gelen emekli bir banka müdürüyle sohbet ettik. Karaciğer yağlanması yıllar boyu tükettiği alkol yüzünden oluşmuş. Çalışırken sadece akşamları içermiş. Emekli olduktan sonra gitgide içkiye başlama saatini erkene çekmeye başlamış, en sonunda iş sabah kalkar kalkmaz içmeye varmış.
Doktoru alkolü bırakman gerekir dediğinde üç yıl mücadele etmiş. Bir ay içmiyor, sonra nasıl olsa bıraktım deyip bir yudum alınca yine içmeye başlıyormuş. En sonunda alkolik olduğunu kabul etmiş, ve Adsız Alkolikler Derneğine başvurmuş.
Derneğin nasıl çalıştığını sordum:
Bu dernek ilk kez Amerika’da 1935’te bir doktor ve bir borsacı tarafından kurulmuş. Dünya çapında 2 milyondan fazla, İzmir’de Alsancak ve Karşıyaka’da iki şubesi varmış .

Buraya gelenlere hiç bir şey sorulmaz, kayıt yapılmazmış. Derneğin kurucuları mecburen kayıt altına girmişler ama o kayıtlar da saklanırmış, ‘Adsız’ kelimesi bundan kaynaklanıyormuş. İstenirse sahte isimle de kendini tanıtabilirmişsin. Kimse, 'Kimsin, ne iş yaparsın?' diye sormazmış, isteyen istediği kadar anlatırmış. Tek şart yardıma ihtiyacı olduğunu kabul edip yardım istemekmiş. Yardım isteyenler 12 basamaklı bir süreçten geçerlermiş. İlk basamak alkolün bedenimize zarar veren bir madde olduğunu ve kendinin bu maddeye zaafı olan bir alkolik olduğunu kabul etmekmiş. Zaten kendini tanıtırken hep ‘Ben M., alkoliğim’ dermişsin. Bunu bağımlı oldukları hiç akıllarından çıkmasın diye yaparlarmış.

Filmlerde gördüğümüz gibi özür dileme aşaması da olup olmadığını sordum. Varmış.
4. basmakta envanter çıkarılırmış.Alkol yüzünden kazanılan ve kaybedilenler, üzülen insanlar, belirlenirmiş. 9. basamakta ise alkol nedeniyle üzülen insanlardan özür dilenirmiş.
‘Peki 12. basamakta ne var?’diye sordum.
Derneğin ihtiyacı olanlara tanıtımının yapılması varmış.

‘Biz alkole karşı değiliz, efendi gibi içenlere itirazımız yok, biz bağımlılara destek olmak için varız’ dedi.
Dinle bir ilgilerinin olup olmadığını sordum. Bir yaratan, üst güç kavramı varmış ancak din ve politikayla hiç ilgileri yokmuş. Herhangi bir dine bağlı olmak gerekmiyormuş. 'Ben mesela, hala agnostiğim' dedi.

Dernek tamamen bağışlarla dönüyormuş. Her gün değişik toplantılar oluyor, önceden belirli gündem konuları (sevgi, paylaşım gibi) üzerinde sohbet ediliyormuş. Toplantı çıkışında koyulan çanağa isteyen gönlünden kopan 50 kuruş 1 lirayı atıyormuş. Bu şekilde 500 lira tutan kira ve elektrik-su gibi masraflarını ödedikleri gibi içtikleri çay ve bitki çaylarına da para kalıyormuş. Sigaraya nasıl baktıklarını sordum. Karışmıyorlarmış, dernekte içilebiliyormuş.
Derneğe emekli subaylar doktorlar, meşhur artistler de geliyor, böyle insanların gelmesi diğerlerinin şevkini arttırıyormuş.
İçkiyi arayıp aramadığını sordum.
Hiç aramıyormuş, ama uzak da duruyormuş. Zaten içkili ortamlara girmeleri tavsiye edilmiyormuş. Alkol insanın beynini esir aldığından yakınlaşırsan beynin bir bahane uydurarak içmeye neden olabilirmiş.

Resimler Belçika'da gördüğüm yüksek alkollü bir bira markası: Delirium Tremens (Aynı zamanda alkol yoksunluğunda görsel ve taktil halüsinasyonlarla giden bir hastalığın da adı)



Salı, Kasım 24, 2009

kamer genç



Bugün tahlil sonucu almak için gelen Tuncelili bir hastaya Kamer
Genç'in nasıl olup da seçilebildiğini sordum.
"E destekleyenleri var, Nazımiye ve Pülümür'de aşireti var " dedi.
"Tunceli'de aşiret düzeni olduğunu bilmiyordum" dedim
"Güneydoğudaki gibi ağalık şıhlık yoktur ama akrabalık bağı vardır"
dedi ve ekledi "sadece oralardan değil, tüm ilçelerden oy almıştır,
kaç dönemdir milletvekili, pek çok kişiye yardım etti, onlar da
diyetlerini ödüyorlar"

"Ne gibi yardımlar yaptı?"diye sordum.
"Tunceli'de SSK yoktu, hastaneye Elazığ'a gidiyorduk, onu açtırdı.
Bütün kamu kurumlarına işçi memur alınacağı zaman Kamer Genç listesi
gelirdi, o listedekiler alınırdı" dedi.
"Siz nasıl buluyorsunuz tekrar milletvekili seçilmesini?" diye sordum.
"Pek uygun olmadı Tunceli'ye" dedi.

Pazartesi, Kasım 23, 2009

gastarbeiter*



Bugün yurtdışından emekli bir hanım ilaç yazdırmak için başvurdu.
Hangi ülkede bulunduğunu sordum, 1966-82 arası Hollanda’da işçi olarak çalışmış.
Orayı özleyip özlemediğini sordum.
“Çok özlüyorum” dedi. İlk giden gruplarda yer almış.
“O zamanlar farklı mıydı avrupalıların türk işçilere yaklaşımları?” diye sordum.
“Çok farklıydı, beni yolda durdurur etrafıma toplanırlardı” dedi.
“Ne diye toplanırlardı?” dedim.
“Hiç türk görmemişler, demek türk kadını böyle oluyormuş diye bakıyorlardı. Ben de o zaman gençtim gösterişliydim, Türkiye’de kapalı olmama karşın eşim orada başımı açtırmıştı, biraz böyle gitsin demişti” dedi. .
Çocukları olduktan sonra tekrar kapanmış. Oradaki komşuları çok saygılıymış. Bir komşusu “Senin her gün mü başın ağrıyor?” diye sormuş, Muhammedi olduğumuz için başımızı kapatıyoruz deyince çok özür dilemiş.
Çalışma hayatı çok ağırmış, kahvaltı, tuvalet he dakikaylaymış.
"Sabah 10 dakikada kahvaltı boğazıma dizilirdi, Onlar ise sabahtan evde kahvaltı edip gekldiklerinden o on dakikada kahve içerlerdi” dedi.


Siz neden kahvaltıyı evde etmiyordunuz?”diye sordum.

“E türkleri bıraksan öğleye kadar uyur, kalkamadığımızdan” dedi
“Hollanda nasıldı o zamanlar?” diye sordum.
“Çok pisti” dedi.
“Ne açıdan?” diye sordum.
Ahlaki anlamda pismiş. Çayırlarda herkes soyunup sevişiyormuş, ağaçlara donlarını asıyorlarmış.
"Türkler geldikten sonra düzeldi orası” dedi.
“Nasıl yani?”diye hayretle sordum.

Türkler çayırda soyunup sevişenlere musallat olup sarkıntılık etmeye başlayınca yapamaz olmuşlar.
“Afedersin burada hoca olan bile oraya gidince şaşırıyor” dedi.

Fikrince şimdilerde burası da aynı oranın eski zamanı gibi pis olmuş.Oradaki Türkler de, tanıdıklardan haber aldığına göre pis işler yapmaya başlamışlar, esrar satıyorlarmış, aralarında hiç dayanışma da kalmamış.




*misafir işçi


Fotoğraflar
bu siteden: Hollanda'da Türk işçileri.

Cuma, Kasım 20, 2009

yıllık iznin bir bölümü





Bu arada eski yazılarımdan bir kısmını tekrar yayınlamaya çalışacağım.
Öğrenmiştim ama bazılarını ben de unutmuşum.

Cuma, Kasım 13, 2009

f-16





Bugün öksürük ve ateş yakınması ile başvuran bir uçak mühendisini muayene ettikten sonra geçen gün arkadaşlarımızla tartıştığımız bir konuyu,
"Savaş uçakları mı daha fazla yakar, yolcu uçakları mı?" sorusunu sordum
"Duruma göre değişir. Şimdi sizin arabanız 5 litre yakıyor, ama gazı köklerseniz 25 litre yakar. Bu da onun gibi, savaş uçakları hafiftir ama sürekli gazı kökleyerek gider. Kesin cevabı bilmiyorum. Araştırayım bir dahaki gelişimde söylerim" dedi




"İnternetten F-16 nın dakikada ortalama 38 dolar yaktığını okudum, doğru mudur sizce?" dedim

"Olabilir, 50 milyon dolarlık uçağa yakışır" dedi gülerek
"Bir F-16 50 milyon dolar mı? Yani üzerinde tartışılan 40 milyon doz grip aşısı dört F-16 parası ediyor, öyle mi" dedim


"Şimdi bazı araba fabrikaları üretim bandından 50 saniyede, bir dakikada bir araba çıkartırlar. Bir F-16 nın üretim bandından çıkması ise 15 gün alıyor. Ben de TAİ'de çalıştım biliyorum" dedi


"Neden ayrıldınız?" diye sordum
"Geleceği yok gibi geldi. General Dynamics yükümlülüklerini yerine getirmiyordu. Mesela bizim ödediğimiz paralarla bizden mal alması lazımdı almıyordu.


%51 ortaklığa sahip olduğundan Türkiye'ye yatırım yapması, sermaye koyması lazımken ikinci el tezgahları boyayıp sıfır fiyatına yatırım yapmış gibi gösteriyordu. Yine de TAİ çok güzel bir okuldu. Mühendisin subayın, assubayın en kalitelisi oraya veriliyordu" dedi
"Şimdi de uçak,helikopter üretiyorlar değil mi?" dedim
"Evet, yangın söndürme olsun, eğitim uçağı olsun bunları
zaten üretmemiz gerekirdi. Çok büyük bir teknoloji değil ki, meraklısı garajında bile üretiyor.


Helikopter işi ise benim bildiğim biraz tavsadı, çünkü ordu ihtiyacı olan helikopterleri peyderpey dışardan temin etti. İhtiyaç sayısı azalınca üretim yapmak fiizıbıl olmaz." dedi


Muayenesi sonucunda kendisine grip olduğunu, bu dönemde pratik olarak tüm gripler domuz gribi sayılmakla birlikte bunda korkacak bir durum olmadığını, zira domuz gribinin geçmiş yıllardaki mevsimsel griplerden farklı seyretmediğini anlattım.
Evde istirahat etmesini, ateşi üç günde fazla sürerse, ya da öksürüğü şiddetlenirse hastaneye başvurmasını söyledim ve Parasetamol tb 3x1 PO reçete ettim.

Son fotoğraflar Türk malı eğitim uçağı Hürkuş ve taaruz saldırı helikopteri Atak

Pazartesi, Kasım 09, 2009

aflatoksin




Bugün tansiyon ilacını yazdırmak için başvuran ve kuru incir işi yapan bir tüccara
"Aflatoksin nedir?" diye sordum
"Bu toprakta bulunan küflerin ürettiği bir toksindir. Normalde daldaki ürüne ulaşmaz, yere serilip kurutulurken bulaşır. En çok kuru incir ve fıstık gibi tohumlarda görülüyor. Bu nedenle incirlerin kurutulmak için serildiği kerevetlerin yerden en az 20 cm yükseklikte olması gerekiyor.


Gerçi bizim durumumuz iyi, binde 2 falan geri dönen ürün oluyor. Ticaret Odası çiftçilere destek oldu, kerevetler yükseltildi, eğitim verildi. Yunanistanın durumu daha kötü, bizim toğprakların %30unda var, Ege daha temiz. Yunanistanda % 70 kirlilik var. " dedi
"Bunu topraktan temizlemek mümkün değil mi?" diye sordum
"Pratikte değil. İlaç atabilirsiniz ama bu sefer de ilaç kalıntısı kalır, yine geri döner" dedi


"Tehlikeli doz nasıl belirleniyor" diye sordum
"60 yıl boyunca her gün bu dozda aflotoksin alınmasına göre planlanıyor" dedi

Çarşamba, Kasım 04, 2009

meteoroloji ve domuz gribi




Bugün elindeki pnömokok (zatürre) aşısını yaptırmak için başvuran bir meteoroloji çalışanına
"Neden bu aşıyı yaptırmak istiyorsunuz?" diye sordum
"Domuz gribi aşısını yaptırmak istemiyorum, baksanıza Başbakan bile yaptırmayacağını açıkladı. Diğer grip aşısından olayım dedim, o da her yerde tükenmiş. Eczacı bu aşıyı önerdi. Ölümler hep zatürreden olyor diye aklıma yattı, 47 lira verdim. Siz ne diyorsunuz?" dedi
"Risk grubunda olmadığınızdan aşılanmanıza gerek de yok, yani isteseniz de domuz gribine karşı aşılanamazsınız.
Öte yandan bu yeni aşının yan etki açısından diğer mevsimlik grip aşısından hiç bir farkı yok. Ortalıktaki bütün rivayetler özellikle medyanın cehaletinden ve sorumsuzluğundan kaynaklanıyor. Nitekim ben de bugün domuz gribine karşı aşılandım. Sıra okullara gelince çocuğuma da yaptıracağım.

Elinizdeki aşıya gelince onun yan etkileri de domuz gribi aşısı ile aynı, ayrıca sizi domuz gribinin sonucu oluşacak zatürreye karşı korumaz.
Bu sadece özel hastalara yaptığımız bir aşı, bence eczaneye geri verin" dedim ve "Sizi bulmuşen ben de bir soru sorayım:
Gelecek ay bir bisiklet turu yapmayı planlıyorum, bir ay sonraki hava durumunu tahmin edebiliyor musunuz?" diye ekledim
"Ancak geçmiş istatistiklere bakılabilir. Ölçümle yapılan tahminler için en fazla 10-14 gün önceden bir şeyler söyleyebiliyoruz" dedi


"Geçen ay bütün hafta yağmurlu dediniz, hiç yağmadı" dedim
"Şimdi biz çok değişik verileri toplayıp büyük ve pahalı makinelere giriyoruz, o bu verileri işleyip bir sonuç çıkartıyor. Bahsettiğiniz hafta 50 kilo yağış düşeceğini söyledi.


Biz de pek inanmadık bu mevsimde o kadar yağış olacağına ama raporları her zaman kötü olasılığa göre hazırladığımızdan öyle dendi. Sonuçta 15 kilo yağdı" dedi