Pazar, Aralık 11, 2011

elmas'ın sahtesi nasıl anlaşılır






Diamonds Are a Girl's Best Friend by Marilyn Monroe on Grooveshark


Dün akşam okuduğum bir Radyologun anılarından (Prof. Dr. Tuğrul Pırnar, Baba Oğul anıları) sahte elmasın nasıl ayırt edilebileceğini öğrendim.


Dr. Pırnar Amerika'da 1960'lı yıllarda ihtisas yaptığı günlerde Skopi cihazı ile tetkik edilen bir hanımın elindeki çok büyük elmas taşlı yüzük görüntüye girince röntgen görüntüsünü izleyen Radyolog:
 "Aman hanımefendiciğim ne kadar zevki seliminiz var, hakikaten o kadar şahane, hakikisinden ayrılamayacak bir taklit ki, ben de elmasınızı baştan hakiki sandım" demiş
Hanımefendinin reaksiyonu "Vay , o namussuz , o şerefsiz herif. Ben dönünce ona gününü gösteririrm" gibi bir sinir krizi olmuş. Meğer o yüzük hanımefendinin varlıklı eşinin ona ellinci evlilik yıldönümlerinde bir hayli böbürlenerek verdiği özel hediyeymiş. 
"Böylece birşey öğrenmiş oldum. Hakikaten saf (karbon 14) olan elmas röntgen ışınlarının tümünü geçirir, onu skopide veya filmde göremezsiniz.




Hanımefendinin örneğinde olduğu gibi bir opasite görüyorsanız o, çeşitli oranlarda suni elmasın içinde bulunan ve röntgen ışınlarını geçirmeyen kurşundur".


Dr. Tuğrul Pırnar ve babasının  nefis anıları yakında kitapçılarda olacak.

Pazartesi, Aralık 05, 2011

Çalışan kadın sayısı




Working Undercover for the Man by They Might Be Giants on Grooveshark

Bugün Halk Sağlığı Uzmanı bir hastam, kendi aile hekimi olduğumu söyleyerek izin gününde tanışmaya geldi.
Kendisine hangi alanda çalıştığını sordum.
" İş sağlığının kalp sağlığı bölümünde, işteki stres faktörü üzerinde  çalışıyorum" dedi
"Mobbing falan gibi şeyler mi?" diye sordum
"Evet ama şimdilik ben ölçeklendirmedeyim. Stres kelimesi her kültürde farklı anlama geliyor. İşyerinde stres deyince bunun sağlıklı ölçülebilmesini sağlayacak modeller üzerinde çalışıyoruz. Örneğin bir modele göre iş yükünün yanı sıra işin niteliği de stresi yaratıyor. Kararları kendin alıyorsan stresin azalıyor, üstler ve varsa astlarla ilişkiler, azınlık ırklardan olma, yaşın az veya çok olması, kadın olmak bunlar hep stresi arttıran şeyler" dedi
"Kadınlar strese karşı daha mı toleranslı?" diye sordum




"Valla Türkiye genel geçer kalıpların çalışmadığı bir ülke, feodal ilişkiler işyerinde de çok belirleyici.
Madendeki işçilere maske taktırmaya çalışıyoruz, bize;
'Maskeyi boşverin de bize bir radyasyon izni ayarlasanız" diyorlar
'Ne yapacaksın radyasyon izni olsa ki?' diye sordum birisine
Tarlası varmış orda çalışacakmış.
Adam dünyadaki en ağır iş olan maden işçiliğini tarlasının yanında ek iş olarak yapıyor, ne denilebilir.
Kadınlar zaten çalışma yaşamında hiç yok. Türkiye'deki kadın nüfusunun % 70'i hiç çalışmamış, çalışmıyor, ve çalışmak gibi bir düşüncesi de yok, iş aramıyor. Gerçek anlamda  sadece %3 ü çalışıyor Türk kadınlarının" dedi




"Bu bana hiç inandırıcı bir rakam gibi gelmedi" dedim
"Dünya çapında kadın erkek arasındaki eşitsizlikleri inceleyen World Gap diye bir çalışma var. Bu çalışmaya göre Türkiye bu konuda 135 ülke arasında 122, yani Burkina Faso dahil aklınıza gelen neredeyse her ülke kadınların çalışması açısından bizden iyi durumda. Üstelik tüm dünyada bu makas, hizmet sektöründe kadınların tercih edilmesi, sanayide insan ağırlığının azalması gibi nedenlerle  kapanırken Türkiye'de açılmaya devam ediyor." dedi
"Güvenilir bir çalışma mı sizce, ben çevremde görüyorum kadınlar evde oturmuyor çalışıyor" dedim
"Rakamı açayım: Söylediğim gibi Türkiye'deki kadınların % 70'i çalışma fikrini taşımıyor. Kalan %30'un yarısı iş arıyor. Kalan % 15in % 12 si de genelde maaşsız olarak aile işlerinde ya da gündelikçilik gibi kayıtdışı şlerde çalışıyor ve Türkiye'deki gerçek anlamda kayıtlı, maaşlı çalışan kadın sayısı % 3'ü bile bulmuyor. Söylediğim % 3 en iyimser tahmin" dedi
"Listenin son sırasında hangi ülke  var?" diye sordum
"Yemen" dedi

Cuma, Kasım 04, 2011

çilingir







Bugün kayıt olmak için gelen bir hastanın nüfus cüzdanının epeyce eprimiş ve dağılmış olduğunu görünce

"Bu kimlik ne kadar eskimiş. Kimlik kontrollerinde sorun çıkmıyor mu?" diye sordum
"Bu yenilenmiş hali, eskisi daha fenaydı ama sorun çıkmıyor. Polisler beni tanır, ben çilingirim, baskına gidecekleri zaman beraber gidiyoruz, kapıları açıyorum. " dedi
"Kimlikleriniz neden bu kadar çabuk eskiyor?" dedim
"Film olmadığı zaman anahtarı arkasında unutulan kapıları açmakta kullanıyorum da ondan" dedi
"Nasıl açılıyor kapı kimlikle?" diye sordum
"Tam dilin olduğu yerden içeri sokuyorsun, bir yandan kapıyı kendine çekerken filmi ittire ittire dili kurtarıyorsun " dedi
"Ya kapı klitliyse?" dedim





"O zaman göbeği kırmak lazım. Boru anahtarıyla kanırtınca kırılır hemen sarı. Sonra tornavidayla kilidin dilini ileri ittirip, yeni göbek takıp açıyorsun. Gerçi ben açmıyorum artık, son seferinde polis çilingirlik belgemin olmadığını öğrenince 'Sen nasıl belgesiz kapı açıyorsun' diye kızdı" dedi
"Belge nasıl alınıyor, kötüye kullanmayacağım falan diye yemini mi var?" dedim
"Yok ya çilingirler odasına kaydoluyorsun, belge veriyorlar işte" dedi

Cuma, Ekim 14, 2011

suho meso



Bugün gözlerinde ağrı yakınması ile başvuran bir hastayı muayene ettikten sonra kaydını yaparken soyadının Zengin olduğunu görünce bu soyadının nerden geldiğini sordum.

"Kayınpederim Yugoslavya göçmeni. Eski zamanda ordan çok altınla gelmişler ama hepsi bitmiş. Burda parasız kalınca celeplik, pastırmacılık yaptı" dedi
"Nasıl pastırma?" diye sordum
"Bizim oralarda suho meso deriz, türkçesi kuru et. Bosna'lılar hep onu yer. Ondan yapardı ama o kadar güzel yapardı ki... Misafirler hususi onu yemeye gelirdi. Böyle ince ince doğrayıp çıkartırdık" dedi





"Nasıl yapardı?" diye sordum
"Etleri -üst kolunu tutarak, afedersin böyle uzun uzun çıkartıp fıçının içinde kaba tuza basıyorsun. 2 ay öyle tuzun içinde bekliyor, suları fıçıdan akıyor. Sonra çıkartıp, yıkamadan kapalı bir odaya tavana asıyoruz. Ocakta meşe odunuyla büyük ateş yakılıp köz olunca altına çekiyoruz, ateşin harıyla etler kuruyor" dedi
"Bir günde mi kuruyor?" diye sordum
"Yok canım, bir ay falan sürüyor. Her gün ateş yakılıyor" dedi





"Kaç kilo et için yapılıyor bu kadar iş?" dedim
"Bir dana işte, 400 kilo et çıkıyor" dedi
"Ne kadar zamanda tüketiyorsunuz bunu?" diye sordum
"1 yıl gidiyor. Biz çok et yeriz. Et tencerede pişmez sofraya kocaman bir çanakta gelir. Büryan pilavı yaparız, pirinç gözükmez" dedi



Gözlerindeki ağrının göz tansiyonuna bağlı olabileceğini bu nedenle bir göz doktoruna görünmesinin uygun olduğunu söyleyerek kendisini hastaneye sevk ettim.

Pazartesi, Temmuz 11, 2011

deprem ve sigortası








Bugün Simav'daki depremden kaçan bir hasta ilaçlarını yazdırmak için başvurdu.
"Geçmiş olsun, eviniz hasar gördü mü?" diye sordum
"Bizim eve depremde sağlam kaldı da yandaki ev bizimkinin üzerine yıkıldığından hasar oldu" dedi
"DASK'ınız var mıydı bari, hasarınız ödendi mi?" diye sordum
"Vardı, bilirkişi 13 000 lira masraf çıkarttı, DASK 1900 lira gönderdi, indirimi mi ne varmış. Geçen depremde de vardı DASK. O zaman da biraz hasar olmuştu, sıvalar çatladı, başvurduk para vermediler. Komşunun da aynı durumdaydı, onlara 450 lira badana parası gönderdiler. En iyisi özel sigortalar. Onlar hasarınızı tamir ettirin faturayı getirin demişler" dedi



"Devlet yardım etti mi?" diye sordum
"Devlet Adapazarı depreminde DASK'ı olmayanlara kredi verilmeyecek demişti ama orta hasarlı herkese DASK'ı olsun, olmasın 12 bin lira güçlendirme kredisi veriyor. Bizim binanın alt katları orta hasarlı, alt katları az hasarlı diye raporlanmıştı. Meğer öyle olmazmış: Bütün binanın aynı hasar derecesinde olması gerekiyormuş. Biz de hepsini az hasarlıya çevirttik." dedi


"Neden orta hasarlı kaydettirip parayı almadınız?" diye sordum
"Parayı veriyorlar ama bir sene sonra gelip bakıyorlar güçlendirme yapmış mısın diye. Yapmamışsan o katı yıkıyorlar ve yerine yenisini de bir daha yapamıyorsun. Bizim binanın sadece güçlendirme projesi 10 000 lira tutuyor, nasıl yapalım" dedi



"Kızılay'ın desteği nasıldı?" dedim
"O eksiksizdi. Hemen geldiler, çadırlar seyyar tuvaletler kuruldu, yemek çıktı, çay ocakları oluşturuldu. Gelgelelim geçen hafta aniden gittler. Millet hala sokaklarda, çadırlarda, herkes çok gergin, Allah kimsenin başına vermesin" dedi

Salı, Mayıs 31, 2011

mezbaha











Bugün kesimhanede çalışan bir hastaya
"İşkembeleri nasıl temizliyorsunuz, kimyasal madde kullanıyor musunuz?" diye sordum
"İşkembeleri temizleyen bir makine var, 7-8 dana işkembesini atıyorsun, sıcak suyla döndürerek içinde ne varsa döküyor, beyaz oluyor. Kimyasal biz kullanmıyoruz ama kullananlar var.Kostik kullanıyorlar, o zaman kar beyaz oluyor, millet de onu daha temiz sanıyor" dedi
"Hayvanlar elle mi, makineyle mi kesiliyor" diye sordum
"Büyükbaşlar makineyle kaldırılıyor, elle kesiliyor" dedi



"Nasıl kaldırılıyor" dedim
"Ölüm yolunda hayvanlar tek sıra oluyor. Duran, gitmek istemeyen olursa ucu açık kabloyu kıçına değdirdin mi fırlayıp gidiyor. Sırası gelen, tek hayvanlık kabine giriyor. Kabin hayvanın kıpırdayamayacağı kadar dar ve rampa yukarı. Arkadan kapağı azcık açtın mı ayağı dışarı kayıyor. O kayan ayağa kelepçeyi taktıktan sonra makine tek ayağından çekerek tepetaklak ediyor, sonra bıçağı vuruyorsun" dedi


"İthal hayvanlar da kesiliyor mu sizin orda?" diye sordum
"Tabi daha yeni 10 000 koyun geldi Avustralya'dan, bir sürüsü telef olmuş yolda. Bir de angus kesiyoruz. Bu anguslar bizimkiler kadar cüsseli değil ama nedense çok sinirli hayvanlar, çok zorluk çıkartıyorlar" dedi

Perşembe, Mayıs 12, 2011

canlı ahtapot








Geçen hafta evimizde misafir ettiğimiz bir Amerikalı ile Uzakdoğu yemeklerini konuşuyorduk. Söz böceklerden açıldı. Tayland’da kızarmış hamam böceğini denemiş ama hiç sevmemiş, midesi bulanmış.
“Esas Kore'de yediğimiz canlı ahtapot güzeldi” dedi
“Nasıl canlı?” diye sordum
“Bayağı masaya canlı bir ahtapot getiriyorlar, kolunu satırla ufak ufak doğruyorlar. Birer lokmalık parçalar tabakta hareket etmeye devam ediyor. Çubukla yakalayıp yanında getirdikleri çok güzel bir sosa banıp ağzına atıyorsun. Ağzının içinde de hareket etmeye devam ettiğinden çok iyi çiğnemen lazım ki vantuzlarıyla boğazına yapışmasın. Bu nedenle her sene pek çok Koreli hayatını kaybediyormuş” dedi


“Çok vahşiymiş” dedim.
Kız arkadaşı:
“Ben yiyemedim. Önce hareket etmesi durursa yiyeceğim dedim, ama dokununca yine hareket etmeye başladı, ben de bıraktım” dedi
“Tadı nasıldı peki?” diye sordum
“Aynı pişmiş ahtapot tadı ve dokusu, sadece biraz daha tuzlu ve daha sert, ben beğendim, güzeldi” dedi

Perşembe, Nisan 28, 2011

pazarcılık





Bugün yeni açılacak bir pazar yerinden tezgah almak isteyen bir pazarcı sağlık raporu için başvurdu.
“Ne kadar ödeniyor bir tezgah için?” diye sordum
“9 bin lira istiyorlar. 650 tezgah olduğunu düşünürseniz binanın parasını bizden alıyorlar” dedi
“Bir şeyi merak ediyorum: Semt pazarlarında çok fiyat farkı oluyor. Domates birinde 1 liraysa diğerinde 1,5 lira. Bu fark tezgah ücretinden mi kaynaklanıyor, yoksa başka bir sebebi mi var?” dedim



“Tezgah ücreti üç aşağı beş yukarı aynı. Zengin semtlerde aynı mal pahalı satılıyor, tamamen şişirme bir fiyat. Bir de ertesi gün pazar kurulup kurulmayacağı da akşam fiyatların ucuzlayıp ucuzlamayacağını belirler. Mesela ben malımı Cumartesi satamazsam Pazar satarım. Ama Pazar günü bitiremezsem akşam fiyatını indirip bitirmeye çalışırım, çünkü Pazartesi günü pazar kurulmuyor, mal bozulur” dedi.


Çarşamba, Nisan 13, 2011

inci kefali ve çay




Bugün tansiyounu bir türlü düşüremediğim Van'lı bir hastama
"Siz tuzsuz yeme önerime uymuyor musunuz?" diye sordum
"Valla geçenlerde Van'dan tuzlu balık geldi, onu biraz fazla kaçırmış olabilirim" dedi
"İzmir'de, deniz kıyısında taze balıklar dururken Van'dan gelen tuzlanmış inci kefalini mi yiyorsunuz? Nasıl yapılıyor o?" diye sordum


"Bidonun içine tuzla basıp gönderiyorlar. Yiyeceğin zaman soğuk suyla sabahtan ıslıyorsun. Suyunu değiştire değiştire öğleyin yumuşuyor. Sonra ya tava yapıyorsun, ya mangal. Yanına da bulgur pilavı ve ayran aşı yaparız. Biz ona alışmışız. Üstüne de mutlaka çay" dedi ve ekledi "Gözünü sevdiğimin Van'ı. İzmir'de çay içmeyi de bilmiyorlar komşuluğu da.


Komşunun kapısını çalıyorsun, kapıyı açıp 'Ne var' diyor.
Ne olacak canım sıkıldı çay içmeye geldim!
Çayı da her bardakta daha içer misin diye soruyor, insanın iyice canı sıkılıyor. Eşim biraz sinirlidir, geçende misafirlikte bir, iki sordular çay koyayım mı diye, en sonunda bir kızdı,
'Senin ne çayını içerim, ne başka şeyini' diye bağırdı kalktı"
"Neden kızdı?" diye sordum
"Çay koyayım mı diye sorulur mu? Ben içmeyecek olsam söylerim, yeter diyene kadar koyması lazım" dedi


"Peki, ilk bardağı koyarken soruluyor mu sizin orda?" diye sordum
"Yok, oturunca hemen çay gelir. Doydum yeter diyene kadar sürekli koyulur. Doyan da bardağını yan yatırır" dedi

Kendisine balığın çok faydalı olduğunu ancak taze deniz balığının daha besleyici olduğunu, ayrıca balığı tava değil ızgara ya da fırında pişirmesinin uygun olduğunu anlattım.

Pazar, Nisan 03, 2011

sahte içki




Geçen hafta hapşuruk yakınması ile başvuran bir barmene:
"Nasıl alkol zamları içki tüketimini azalttı mı?" diye sordum.

"Tüketimi biraz azalttı tabi, ama esas sahteciliği arttırdı. Millet kalitesiz içkilere yöneldi" dedi

"Nasıl sahtecilik?" diye sordum

"Doktor Bey bu alkolü içkilerde sahtecilik çok olur. Mesela şimdi moda oldu, sokaklarda 3-5 liraya tekila şatı satılıyor. O satılanın içinde bir damla tekila yok" dedi

"Ne var peki?" diye sordum

"2,5 santilitrelik şatın dörtte biri Bacardi, gerisi ucuz votka ve tonik. Kimse ayırt edemiyor. Zaten bir şişe tekila 70 lira, o fiyatlara satmaya imkan yok" dedi


"Başka ne gibi sahtecilikler oluyor" diye sordum

"Ben çok meyhanede çalıştım. Hemen hemen bütün meyhaneler rakıyı sulandırır, kendilerine bir şişe çıkartır" dedi

"Sulandırılınca beyazlamıyor mu?" diye sordum


"Şimdi standart olarak 12 şişe rakıyı bir kazana boşaltırsın, içine bir şişe ılık suyu yavaşça karıştırdın mı beyazlamaz. Sonra tekrar şişelere doldurup ağzındaki bileziğe de birer damla japon yapıştırıcısı damlattın mı, masada çıt diye açılır. Bunu 12 şişe rakıya 2 şişe su ile yapanlar da vardı. Şimdi yeni bilyeli kapaklardan sonra azaldı" dedi

"Ben de neden garsonlar şişeleri kendileri açıp da masaya bırakıyor diye merak ediyordum" dedim


Hapşuruğu allerjik rinit vasfında olduğundan kendisine nasal bir kortizon preparatı yazdım ve ilacı özellikle sabah evden çıkmadan, yani çiçek tozları ile karşılaşmadan kullanmasını söyledim.

Salı, Şubat 08, 2011

muhtarlık 2






“Bizim köy uzun zamandır belde olmak istiyor. Bunun için nüfus sayımında 2000’nin üzerinde kişi sayılması lazım ama bizim köyde epi topu 800 kişi var. Büyükşehirlere göçenlerden sayımda gelmeleri konusunda söz alıyorlar ama yine de sayı 1000’i geçmiyor. Muhtar ve ihtiyar heyeti düşünüp taşınıyor, köylüden para toplayıp gidip Yalova’da biz göçer obası ile anlaşıyorlar. Anlaşmaya göre herkesin yevmiyesi kamyona bindiği anda işlemeye başlıyor, nüfus sayımına kadar ödeniyor.


1000 kişilik Çingen obasını kamyon kasasında köye getirip evlere, ev sahibinin maddi olanağına göre beşer, onar yerleştiriyorlar. Sayımda sorulduğunda da hepsi biz akrabayız, bundan sonra burada kalacağız yanıtı veriyor. Hatta Muhtar’ın bana dediğine göre nüfus hesaplarına göre 2025 kişide kalmış da bir kaza olmasın diye 50 tane de mevtayı yazdırmışlar.” dedi
“Belde olabildiler mi peki?” diye sordum


“Oldular, ama bir dönem. Sonra hükumet yasayı iptal etti, böyle oluşan belediyeleri kaldırdı. Olsun, herkes çok memnun. Ne olacak ki, köyün içme suyu geldi, kanalizasyonu, yolu yapıldı, İller Bankası'ndan krediyle iş makineleri alındı, bundan sonra yine köy olsun, önemli değil” dedi.

Pazartesi, Şubat 07, 2011

muhtarlık






Bugün ilaç yazdırmak çin başvuran emekli bir Uluslararası İlişkiler Profesörüne
"Mübarek'ten sonra Mısır'a demokrasi gelecek mi acaba?” diye sordum
“Bence zor. Bakın bizim iyi kötü 60 yıllık demokrasimiz var. Size seçimlerle ilgili bir örnek vereyim” deyip anlatmaya başladı:
“Ben Ege’nin dağ köylerindenim. Bizim köyde muhtarlık seçimi vakti geldiğinde büyük bir pazarlık başlar. Muhtar olacak kişinin 800 haneli köyde en az 70-80 bin lira harcaması gerekir. Blok oyu olanlarla pazarlık edilir, el sıkışılır. Mesela benim evde 4 oyum var, bin liraya el sıkışıyoruz. yüzü peşin dokuzyüzü seçimden sonra..." dedi


“O dört kişinin oy verdiği nasıl anlaşılıyor” diye sordum
“Her anlaşmaya ayrı bir şifre veriliyor. Mesela bana diyor ki sen ihtiyar heyetinden Ahmet Aga’yı çiz yerine köyün delisi İzzet’i yaz, veya başkasına Mehmet'i çiz Hülya Avşar’ı yaz. Sonuçta köyün delisine 4 oy çıktı mı gidip paranı alıyorsun. İhtiyar heyetini de dengeli çizdiriyorlar ki hepsi seçilsin” dedi
“Para almadan oy veren yok mu yani?” dedim


“Var tabii canım; kemik oylar var, akrabalar falan. Seçim öncesinde her aday ve çevresi toplanır saatlerce fısır fısır, elde hesap makinesi hesap yapar” dedi
“Neden bu kadar önemli muhtar seçilmek? Maddi bir kazanç mı bekliyorlar?” diye sordum
“Yoo, aksine cebinden bile harcar. Muhtarlık köy sosyetesinde gelinebilecek en yüksek konum. Herkesin saygısını kazanırsın, kaymakamla, komutanla yemek yersin, bütün bunlar insanın hoşuna gider” dedi ve bu şekilde seçilen muhtarlarının bir icraatını anlattı:


“Bizim köyle komşu köy arasında sulama konusunda kavga çıkmış, komşu köylüler bizim köyün sulama borularını kırmış. Köylü muhtara, 'Git Kaymakam'a şikayet et!" diye baskı yapıyor. Muhtar köylüye demiş ki:
‘Şimdi ben gidip şikayet etsem beni dilekçe yaz, DSİ’ye git, Adliyeye git diye dolaştırırlar, bir sonuç alamayız. Siz en iyisi beni yarın Kaymakamlığın önünde köy dolmuşundan inerken karşılayın, biraz dövün’


Köylü belirlenen saatte ilçe merkezine gelen muhtarı dolmuştan iner inmez tartaklamaya, 'Hakkımızı aramıyorsun' diye bağırıp çağırmaya başlamış. Muhtar da sözümona kaçarak Kaymakamlığa sığınmış, kendini Kaymakam’ın odasına zor atmış Arkadan kovalayan köylüleri def edip güç bela kapıyı kapatınca Kaymakam heyecanla meseleyi sormuş. Öğrenince hemen konuyu tetkik etmesi için Jandarma Komutanına , kırılan su borularının tamiri için de Özel İdareye emir vermiş. İşleri bir günde hallolmuş. Nasıl Muhtar olmak kolay değil di mi Doktor Bey” dedi
“Bu muhtarın kesin başka hikayesi de vardır ” dedim
“Olmaz mı onu da anlatayım, yarın yazarsınız” dedi

Salı, Şubat 01, 2011

erden eruç





Geçen hafta İzmir'deki bir toplantıda Erden Eruç'u dinledim.
Ondan, bir insanın kişiliğini spor ve eğitimle nasıl çelik gibi yapabileceğini, önüne çıkan olumsuzluklar karşısında yılmadan kafaya koyduğu şeyin peşinden gidebileceğini öğrendim.
Kendisi okyanusu kürek çekerek geçen ilk Türk.
Üç okyanusu birden kürek çekerek geçen ilk insan!


Denizde en uzun kalma rekoruna (629 gün) sahip tek canlı insan. Rekorun sahibi okyanusta kaybolmuş.
Evini satarak aldığı kontrplaktan yapılmış, ikinci el teknesiyle giriştiği bu macerada teknesine Türk bayrağı çekmek, girdiği bütün limanlarda bayrak göstermek, ülkesini tanıtmak istemiş, ama mevzuattaki tekne tanımı motor şartı getirdiği icin kas gücüyle kullanılan bu kurekli ozel kayığın Türkiye’de kaydı yapılamıyormuş. Üstelik denize elverişlilik belgesi alabilmek icin tekneyi ta Amerika'dan Türk sahillerine getirmesi gerektiği için bunu resmi olarak yapamamış.


İzmir liman idaresinde danıştıkları bir bürokrat "Sen bayrağı yine çek, engel olan mı var" diye akıl vermiş ama son çıkan ticaret yasasıyla artık Türk bayrağı taşımaya hakkı olmayan teknelerin bayrak çekmesine 6 ay hapis cezası getirilmiş.


Denizleri kürek çekerek, kıtaları bisikletle ve yürüyerek aşıp tam bir dünya turu yapmayı planladığı bu seyahatinde ayrıca her kıtanın en yüksek zirvesine de tırmanıyor.


Hayır amaçlı projeleri hayata gecirmek için, oturduğu Seattle’da kurduğu vakıftan, kendi deyimiyle günümüzün köy enstitüleri olan yatılı bölge okullarına 7 yılda sadece 70 bin dolar yardım yapılabilmiş. 2007 yazında Türkiye’den Aktaş Group sponsor olalı beri, Türk'lerden gelen bağışları Ilkogretim Okullarına Yardım Vakfı’na (İLKYAR) yönlendirmiş. Halen o tarihten once projede kilitlenmis ve yarısı Türk'lerden gelmis olan 75 bin dolar civarında bir bağışı da yine hayır amaçlı olarak serbest bırakabilmek icin nakit sponsorluk arıyor.



Erden Eruç'un sitesinin linki


Cuma, Ocak 28, 2011

takdir teşekkür






Bugün burun akıntısı, yüksek ateş ve eklem ağrıları ile muayeneye muayeneye gelen bir dördüncü sınıf öğrencisine karnesinin nasıl olduğunu sordum.
"Takdirname aldım" dedi
"Geçen yıl da almış mıydın?" diye sordum
"Bilgisizliğime şaşarak;
"Takdirname 3. sınıftan sonra verilmeye başlanıyor" dedi


"Nasıl alınıyor peki takdirname?" diye sordum
"Hepsi beş olunca alınıyor. Bazıları dörtse de teşekkür alınıyor" dedi
"Kaç tane dört olursa teşekkür alınıyor. Mesela hepsi dört olsa da bir tane beş olsa alınıyor mu?" dedim
Bu sırada bizi dinlemekte olan çocuğun babası söze karıştı.
Kendisinin de sınıf öğretmeni olduğunu söyledikten sonra;
"Ağırlıklı not ortalaması 4,5 tan yukarı olanlar takdirname, 4 ile 4,5 arasındakiler de teşekkür alıyorlar" dedi


"Ağırlıklı not ortalaması nasıl hesaplanıyor?" diye sordum
"Derslerin saati ile alınan notlar çarpılıp, toplam ders saatine bölünüyor" dedi
"Yani gerçekten de bütün notların dört olup, bir tane beşin olursa teşekkür alınabiliyor, öyle mi?" diye sordum
"Evet aynen öyle" dedi

Çocuğuna antibiyotik yazılmasını isteyen babaya oğlunun grip geçirdiğini, bunun en iyi tedavisinin dinlenmek ve ateş düşürücü gibi destek ilaçları kullanmak olduğunu, antibiyotiğin bu durumda evladına zarar vereceğini anlatıp eğer öksürüğü şiddetlenirse tekrar başvurmasını söyleyerek Parasetamol şurup yazdım, ve karne hediyesi olarak bir şeker hediye ettim.


Fotograflar İki dil bir bavul filminden

Cuma, Ocak 21, 2011

paraşüt birliği







Bugün ilaç yazdırmaya gelen emekli bir polis
"Oğlanı da askere gönderdik, yurtdışında çalıştığından 21 gün yapacak" dedi
"Siz ne kadar yapmıştınız?" diye sordum
"Ben 20 ay yaptım, bir de 12 Eylülden sonra 15 gün daha yaptım" dedi

"O niye?" diye sordum
"12 Eylül'den önce polisle askerin arası pek iyi değildi. Kaynaşsınlar diye bütün polislere 15 gün askerlik yaptırmaya kalktılar, ama kaynaşma biraz ters oldu. 3-4 dönem sonra vazgeçtiler" dedi


"Ne oldu ki?" dedim
"Assubaylarla emretme konusunda kavga çıktı. Sonra zaten bize bulaşmasınlar diye döşümüze polis diye yazdılar. Ben esas askerliğimde paraşütçüydüm, Yüzbaşı beni paraşüt kulesine çıkartıyor, atlamıyorum. Kaç kere çıkarttı, dedim, uçak getir atlayayım ama buradan atlamam" dedi


"Neden kuleden atlamak istemediniz?" diye sordum
"Kule bir garip bir şey, iple bağlısın, yer yakın falan. Uçaktan atlamak kolay. Zaten uçağın içindeyken uçağı sağa yatırıyor sola yatırıyor, düşüyormuş gibi yapıyor, o kadar ki sen bir an önce şu uçaktan bir kurtulayım diye bakıyorsun. Hesapta kendini kapıdan dışarıya çekip ileriye atlaman lazım ama şöyle omuzunu kapıdan çıkarttın mı rüzgar seni alıp götürüyor" dedi


"Atlayamayan ne oluyor?" diye sordum
"Komandoluktan ayrılıp başka birliğe gidiyor ama hoş bir şey değil, kimse istemez.
Ayağı kırıklar bile atlıyordu" dedi
"Nasıl yani" diye hayret ettim
"Hesapta yere inerken ayaklarını birleştirmen, dizleri kırman lazım, ama ilk heyecanla yere yanlış bastınmı ayak kırılıyordu. 1 ay alçıyla gezdikten sonra hadi atlayışa diyorlardı. Er de zaten para almak için atlamak istiyordu. Bu sefer sakat ayağı korumak isterken diğerine yüklenip onu da kırıyorlardı" dedi
"Atlayış yapınca erlere para mı veriliyordu?" diye sordum


"Evet Nato'nun böyle bir rasyonu vardı. Hem de çok iyi para veriyorlardı. Bizimkiler 1 kişiye verilen parayı 5-6 kişiye böldükleri halde ben bir atlayış parasıyla 90 km uzaklıktaki memleketime taksiyle gidip geliyordum" dedi
"Alçıyla atlamaya nasıl izin verildiğini hiç anlayamadım" dedim
"Kimsenin ilgilendiği yok ki.Dönem Kıbrıs Harbi'nin sonrası, eğitim zayiatı deniyor geçiliyor. Bizim dönemde 6 kişinin paraşütü açılmadı, iki kişi denize atlarken boğuldu şehit oldu. Sarıkamış'ta tatbikata gittik. Tepenin üzerinde ufacık bir düzlüğe atlıyoruz. Bizi izleyen Amerikalı subay 'Biz buraya en fazla 15 kişi atardık, siz 600 kişiyi nasıl indirdiniz' diye parmağını ısırmış. Sonradan komutan anlattı. " dedi


"Paraşüt neden açılmıyor?" diye sordum
"Bunları katlayıcı erler var. Katlarken arasına pudra serpiyorlar. Pudrası az oluyor, çok oluyor, yapışıyor, açılmıyor. Yedek paraşütü açmadan önce eskisinden kurtulmazsan ikisi birbirine dolanıyor, mum olma deriz biz, açılmıyor, taş gibi düşüyorsun" dedi
"Denizde boğulanlar yüzme bilmediğinden mi boğuldular?" diye sordum
"Bilsen ne olacak ki. Sırtında G3 tüfek, bacağında 35 kilo çanta, göbeğinde yedek paraşüt, yüzme bilsen de nasıl yüzeceksin. Suya 10-15 metre kala paraşütü ayırıp suya atlaman lazım. Çengeli açamayan boğuluyor" dedi


"Tüfek denize girip çıkınca bozulmaz mı?" dedim
Gülerek "Çıkınca söküp temizlersin, yağlarsın, bir şey olmaz" dedi