Bugün annesiyle beraber gelen 13 yaşında bir hasta öksürük yakınması ile başvurdu. Muayenem sırasında kendisini aşırı kilolu gördüğümden spor yapıp yamadığını sordum. Annesi atılarak: “Basketbol kursuna gidiyordu, ama bu sene dersleri çok ağır olduğundan gidemiyor” dedi.
“Bu yaşta dersleri neden ağır?” diye sordum.
“SBS’ye girecek, dersaneye gidiyor, etüde gidiyor, ayrıca özel dersleri var” dedi.
“SBS de nedir?” dedim.
Seviye belirleme sınavıymış, artık her sınıfta her yıl yapılacakmış.
“E okulda gördükleri dersler bu seviye sınavında yeterli olmuyor mu?” diye sordum. İkisi birden “Olmuyor” diye itiraz ettiler.
Milli Eğitim Bakanlığının açıklamasına göre sorular normal derslere giren öğrencilerin başarabilecekleri düzeyde olacakmış, ama sınav ilk kez yapılacağından bu açıklamaya güvenemiyorlarmış. Zira daha önce İngilizce sınavda yer almayacak dendiği halde sonradan yer alacağı ortaya çıkmış.
”Şimdi İngilizce’den de özel ders aldırıyoruz” dedi anne.
Çocuğa dönüp spor ve oyun için boş bir vakit bulma ümidiyle günlük ve haftalık programını anlatmasını istedim.
“Sabah 7:30'da kalkıyorum, 8:30 da ders başlıyor, 12:30'a kadar sürüyor, sonra eve geliyorum, bir şeyler yiyip 13:30 da etüde gidiyorum, 17:00' ye kadar orada soru çözüyorum. Ayrıca özel derslerim oluyor onların saatini biz belirliyoruz, akşam 20:30'a kadar bir şeyler yiyip ailemle vakit geçriyorum” dedi. Sokağa oynamaya çıkmıyor musun hiç?” diye sordum.“Yok, zaten ben sevmem sokağa çıkmayı, evde televizyon seyrediyorum, kitap okuyorum daha hoşuma gidiyor” dedi.
Haftasonları ne yaptığını sordum.
Cumartesileri sabahtan akşama dersaneye gidiyormuş.
“Pazar?” diye sordum endişeyle.
"Pazar günüm boş" dedi gülümseyerek, "annemlerle gezmeye gidiyoruz."
Annesi de mahçup bir tavırla: “Pazarını boş bırakmak için uğraştık, yoksa dersanelerin tüm haftasonunu kaplayanları da var” dedi.
13 yaşında bir çocuğun mutlaka enerjisini harcaması gerektiğini, anlaşılan bu sınav stresinin artık her yıl yaşanacağını, bu nedenle spora vakit yaratmalarının uygun olacağını söyledim ve ciğerlerindeki enfeksiyon bulguları için Azitromisin 500 mg 1x1 yazdım.
Perşembe, Kasım 29, 2007
kore harbi
Bugün 73 yaşında bir hasta uykusuzluk ve sıkıntı hissi ile başvurdu.
Muayenesini yaparken daha önce böyle yakınmaları olup olmadığını sordum.
"Ben gönüllü olarak Kore’ye gittim, ama savaşamadık, oradan döndüğümde bunu çok dert etmiştim, benzer şikayetlerim o zamanda olmuştu, bir iki sene sürdü geçti” dedi.
"Neden savaşamadınız?” diye sordum.
"Mütareke oldu, daha biz Süveyş kanalında iken ateşkes ilan edildi” dedi."Geri mi döndünüz o zaman?" diye sordum.
“Yok gittik. Üç aylık ateşkes ilan edilmişti, 4 kere 3 aylık uzattılar en sonunda barış oldu, bir sene orada kaldıktan sonra savaşamadan döndük” dedi.
"Nasıldı Kore?” diye sordum.
"Biz Pusan’daydık, oralar hep dağlıç. Bir kere izin verdiler Seul’e gittik, Amerikalıların piyex dediği yerler var, oraları gezdik başka halkla temasımız olmadı" dedi.
Neden gönüllü yazıldığını sordum.
“Gençlik işte, hem macera olsun, hem de kalırsak şehit, dönersek gazi olmak için. Benim babam da böyle imiş. O Osmanlı’nın adamıymış, medresede okurken medrese mezunlarını askere almadıklarından okulu bitirmemiş, bırakıp askere gitmiş. Üniformayı bir giymiş ondan sonra 13.5 yıl çıkaramamış” dedi.
“Sonra pişman olmuş mu medreseyi bıraktığına, 13 yıl askerlik yapınca?” diyecek oldum, “Katiyen!” diye itiraz etti, hiç pişman olmamış, genelde Balkanlar’da Sırplara, Bulgarlara karşı savaşmış, yara almadan dönmüş, 110 yaşında vefat etmiş.
Kendisine distimi tanısı koydum, ve Sertralin 25 mg 1x1 yazdım
Kore savaşı sırasında 23 Haziran 1953 günü Türk Birliği'ni ziyaret eden Amerikalı gösteri grubuna ait fotoğraflar Kore Gazisi Assubay Mesut İziş'e ait ve bu siteden.
Muayenesini yaparken daha önce böyle yakınmaları olup olmadığını sordum.
"Ben gönüllü olarak Kore’ye gittim, ama savaşamadık, oradan döndüğümde bunu çok dert etmiştim, benzer şikayetlerim o zamanda olmuştu, bir iki sene sürdü geçti” dedi.
"Neden savaşamadınız?” diye sordum.
"Mütareke oldu, daha biz Süveyş kanalında iken ateşkes ilan edildi” dedi."Geri mi döndünüz o zaman?" diye sordum.
“Yok gittik. Üç aylık ateşkes ilan edilmişti, 4 kere 3 aylık uzattılar en sonunda barış oldu, bir sene orada kaldıktan sonra savaşamadan döndük” dedi.
"Nasıldı Kore?” diye sordum.
"Biz Pusan’daydık, oralar hep dağlıç. Bir kere izin verdiler Seul’e gittik, Amerikalıların piyex dediği yerler var, oraları gezdik başka halkla temasımız olmadı" dedi.
Neden gönüllü yazıldığını sordum.
“Gençlik işte, hem macera olsun, hem de kalırsak şehit, dönersek gazi olmak için. Benim babam da böyle imiş. O Osmanlı’nın adamıymış, medresede okurken medrese mezunlarını askere almadıklarından okulu bitirmemiş, bırakıp askere gitmiş. Üniformayı bir giymiş ondan sonra 13.5 yıl çıkaramamış” dedi.
“Sonra pişman olmuş mu medreseyi bıraktığına, 13 yıl askerlik yapınca?” diyecek oldum, “Katiyen!” diye itiraz etti, hiç pişman olmamış, genelde Balkanlar’da Sırplara, Bulgarlara karşı savaşmış, yara almadan dönmüş, 110 yaşında vefat etmiş.
Kendisine distimi tanısı koydum, ve Sertralin 25 mg 1x1 yazdım
Kore savaşı sırasında 23 Haziran 1953 günü Türk Birliği'ni ziyaret eden Amerikalı gösteri grubuna ait fotoğraflar Kore Gazisi Assubay Mesut İziş'e ait ve bu siteden.
Pazartesi, Kasım 26, 2007
teknik direktörlük
Bugün orta yaşlı, iyi giyimli bir erkek hasta soğuk algınlığı yakınması ile başvurdu. Sigortasının zaman zaman olduğunu söyleyince ne iş yaptığını sordum, teknik direktörmüş.
Takım çalıştırırsa sigorta yapıyorlarmış, çalışmazsa sigortası da olmuyormuş.
"Teknik direktörlük de sınıflara ayrılıyor değil mi?” diye sordum.
“Evet, sadece en üst derece teknik direktörlüktür, onun altında C, B, A gibi sınıflarda çalıştırıcılık var. Bir de şimdi Pro-teknik direktörlük çıktı, Avrupa ile uyumlu olacak, biz de sisteme geçilince uyum eğitimi alıp pro olacağız” dedi.
"Ne gerekiyor teknik direktör olmak için?” diye sordum.
“Önce ya bakan, ya milletvekili, ya paşa, ya belediye başkanı bir tanıdığın olacak...” derken sözünü kesip, yanlış anladığını; takıma teknik direktör olmak için gerekenleri değil, sertifika almak için gerekenleri sorduğumu belirttim.
Kurslara katılıp C sınıfı Amatör Ligden başlayarak her sınıfta belli süre çalışıp, bir üst sınıfın kursu görüp sınavlarını vermek gerekiyormuş.
"Ertuğrul Sağlam bütün bu aşamalardan geçti de mi Beşiktaş'la anlaştı yani?" diye sordum. Dünya kupasında oynayan ekibe bir jest olarak diplomalar vermişler ama Sağlam bütün bu yollardan da geçmiş, yıllardır çalışıyormuş.
“Ertuğrul’la sınıfta beraberdik, iyi anlaşma yaptı, 3 trilyona anlaştı” dedi.
"Bu sadece transfer ücreti mi?" diye sordum.”
"Tabi, ama bir anda alınmıyor, 2,5 yıllık mı ne anlaştı, çalıştıkça alacak. Başta en fazla 1 trilyonunu almıştır, ayrıca maaş da var , ama onu kaça anlaştı bilmiyorum” dedi.
Bu kadar büyük paralar dönen bir sektörde, çok para kazanabilecek pozisyonda iken işsiz olmasını nasıl değerlendirdiğini sordum.
“Aslında Türkiye’de yeterli teknik direktör yok, toplam sayı 600 civarında bunların da yarısı, emekli, işi bırakmış. Mesela Süper Amatör diye bir lig var, adı amatör ama oyuncular hep profesyonel, 2. Lig kalitesinde. Adamlar işin ucuzuna kaçıyorlar, sen 2 milyar maaş istiyorsun, çok geliyor, gidiyor, diplomasızla 1 milyara anlaşıyor. Teknik direktör çalıştırma şartı gelirse durum düzelir” dedi.
Fatih Terim’i nasıl bulduğunu sordum.
“Bırakın Allahaşkına Doktor Bey, sinirim zıplayacak gene, seyrettiniz mi son Bosna maçını?” dedi.
“Ne vardı?” diye sordum.
“Adamlar zaten gariban ülke, satın mı almışlar ne yapmışlarsa 'aman kazara gol olur' diye korkularından bşizim kaleye gelmediler, buna rağmen güç bela yendik" dedi, ve ekledi
" Fatih Terim teknik direktörlük imtihanlarından kaldı, sonra torpille geçirdiler, teknik bilgisi zayıftır. Ayrıca sporun spordan zevk alınması özelliğini öldürdü, sporcunun önce ahlaklı olması bitti, olay tamamen politikaya, taraf tutmaya, kişiselleştirmeye döndü. Bak Hamit Altıntop Almanya’da gol kralı oluyor milli takıma çağırmıyor, neden? Olayı kişiselleştiriyor. Milli takım teknik direktörü maç bitiminde hemen açıklama yapmaz, orası sorumlu mevki, heyecanla yanlış bir şey söylersin, basın toplantısında danışmanlarınla danıştıktan sonra konuşursun, ama bizimki maç biter bitmez ağzına geleni söylüyor”
Soğuk algınlığı için Theraflu f tb 3x1 yazdım ve bol narenciye tüketmesini önerdim.
Eski fotoğraflar bu sitedeki bir öyküden: Yazara göre Eskişehirspor karşısında, o zamanki GS teknik direktörü Turgay Şeren 2-0 yenik duruma düşünce takıma geri çekilmelerini söylerken, takım kaptanı Fatih Terim hocası ile kavga ederek takımı ofansif oynatmış ve skoru 2-0 dan 3-2 ye getirmiş.
Son karedeki, günümüzün güzellik yarışmaları organizatörü Süha Özgermi'nin sahadaki görevi ise yazıdan anlaşılamıyor.
Takım çalıştırırsa sigorta yapıyorlarmış, çalışmazsa sigortası da olmuyormuş.
"Teknik direktörlük de sınıflara ayrılıyor değil mi?” diye sordum.
“Evet, sadece en üst derece teknik direktörlüktür, onun altında C, B, A gibi sınıflarda çalıştırıcılık var. Bir de şimdi Pro-teknik direktörlük çıktı, Avrupa ile uyumlu olacak, biz de sisteme geçilince uyum eğitimi alıp pro olacağız” dedi.
"Ne gerekiyor teknik direktör olmak için?” diye sordum.
“Önce ya bakan, ya milletvekili, ya paşa, ya belediye başkanı bir tanıdığın olacak...” derken sözünü kesip, yanlış anladığını; takıma teknik direktör olmak için gerekenleri değil, sertifika almak için gerekenleri sorduğumu belirttim.
Kurslara katılıp C sınıfı Amatör Ligden başlayarak her sınıfta belli süre çalışıp, bir üst sınıfın kursu görüp sınavlarını vermek gerekiyormuş.
"Ertuğrul Sağlam bütün bu aşamalardan geçti de mi Beşiktaş'la anlaştı yani?" diye sordum. Dünya kupasında oynayan ekibe bir jest olarak diplomalar vermişler ama Sağlam bütün bu yollardan da geçmiş, yıllardır çalışıyormuş.
“Ertuğrul’la sınıfta beraberdik, iyi anlaşma yaptı, 3 trilyona anlaştı” dedi.
"Bu sadece transfer ücreti mi?" diye sordum.”
"Tabi, ama bir anda alınmıyor, 2,5 yıllık mı ne anlaştı, çalıştıkça alacak. Başta en fazla 1 trilyonunu almıştır, ayrıca maaş da var , ama onu kaça anlaştı bilmiyorum” dedi.
Bu kadar büyük paralar dönen bir sektörde, çok para kazanabilecek pozisyonda iken işsiz olmasını nasıl değerlendirdiğini sordum.
“Aslında Türkiye’de yeterli teknik direktör yok, toplam sayı 600 civarında bunların da yarısı, emekli, işi bırakmış. Mesela Süper Amatör diye bir lig var, adı amatör ama oyuncular hep profesyonel, 2. Lig kalitesinde. Adamlar işin ucuzuna kaçıyorlar, sen 2 milyar maaş istiyorsun, çok geliyor, gidiyor, diplomasızla 1 milyara anlaşıyor. Teknik direktör çalıştırma şartı gelirse durum düzelir” dedi.
Fatih Terim’i nasıl bulduğunu sordum.
“Bırakın Allahaşkına Doktor Bey, sinirim zıplayacak gene, seyrettiniz mi son Bosna maçını?” dedi.
“Ne vardı?” diye sordum.
“Adamlar zaten gariban ülke, satın mı almışlar ne yapmışlarsa 'aman kazara gol olur' diye korkularından bşizim kaleye gelmediler, buna rağmen güç bela yendik" dedi, ve ekledi
" Fatih Terim teknik direktörlük imtihanlarından kaldı, sonra torpille geçirdiler, teknik bilgisi zayıftır. Ayrıca sporun spordan zevk alınması özelliğini öldürdü, sporcunun önce ahlaklı olması bitti, olay tamamen politikaya, taraf tutmaya, kişiselleştirmeye döndü. Bak Hamit Altıntop Almanya’da gol kralı oluyor milli takıma çağırmıyor, neden? Olayı kişiselleştiriyor. Milli takım teknik direktörü maç bitiminde hemen açıklama yapmaz, orası sorumlu mevki, heyecanla yanlış bir şey söylersin, basın toplantısında danışmanlarınla danıştıktan sonra konuşursun, ama bizimki maç biter bitmez ağzına geleni söylüyor”
Soğuk algınlığı için Theraflu f tb 3x1 yazdım ve bol narenciye tüketmesini önerdim.
Eski fotoğraflar bu sitedeki bir öyküden: Yazara göre Eskişehirspor karşısında, o zamanki GS teknik direktörü Turgay Şeren 2-0 yenik duruma düşünce takıma geri çekilmelerini söylerken, takım kaptanı Fatih Terim hocası ile kavga ederek takımı ofansif oynatmış ve skoru 2-0 dan 3-2 ye getirmiş.
Son karedeki, günümüzün güzellik yarışmaları organizatörü Süha Özgermi'nin sahadaki görevi ise yazıdan anlaşılamıyor.
Perşembe, Kasım 22, 2007
halikarnas balıkçısı
Bugün 1935 doğumlu bir hasta için kan testleri isterken doğum yerinin Bodrum olduğunu fark edince Halikarnas Balıkçısını tanıyıp tanımadığını sordum.
"Tabii tanımaz mıyım. Yalı kahvesinde bütün gün oturur gelene geçene şöyle (sesini kalınlaştırarak) “Merhaba, merhaba” diye seslenirdi. Paçalarını sıvar elinde ağla denize girer, söyle bir çenesini uzatır bakar, ağını atardı.Hala dün gibi gözümün önünde” dedi.
"Yalı kahvesi neresi?" diye sordum, şimdiki denizciler kahvesinin karşısındaki dondurma da satan restoran eskiden kahveymiş.
"Bodrum eskiden çok güzeldi, misafir gelen birisini ağırlamak herkes için zevkti, kalmadı tabi şimdi” dedi. Halikarnas balıkçısı köylü ile çok içiçe imiş. 12 adalar İtalyanlar'a aitken İstanköylü bir balıkçının kayığına İtalyanlar el koymuş. Derdini Halikarnas Balıkçısına anlatınca Cevat Şakir hemen bir istida yazıp İtalyan başkanına göndermiş. “Devletinizin fakir bir balıkçının kayığına el koyacak kadar aciz olduğunu bilmiyordum” demiş.
İtalyan Başkanı bunu öğrenince hemen balıkçıya yeni bir kayık verilmesini emretmiş. Fakir balıkçı sevinçle Bodrum'a teşekküre geldiğinde Cevat Şakir neşelendiğinde hep yaptığı gibi ayağa kalkıp asker selamı vererek, “Ne sandın benim adım Cevat Şakir “ demiş.
İkinci dünya savaşı sırasında da Bodrum kıyılarına yanaşan bir İngiliz gemisini ziyarete giden Kaymakam ve Belediye başkanı yanlarında tercüman olarak Cevat Şakir’i götürmüşler. Yalınayak gemiye çıkan Cevat Şakir kaymakamı, belediye başkanını tanıştırdıktan sonra kendini de belediyenin bahçıvanı olarak tanıtmış, zira belediyenin önüne pek çok ağaçlar, çiçekler, palmiyeler dikmişmiş. Komutan konuştuğu kusursuz İngilizce'yi duyunca 'Şaka yapıyorsunuz, gerçek mevkinizi söyleyiniz' demiş.
Bunun üzerine Cevat Şakir asker selamını çakıp ben Oxford Biyoloji bölümünden Cevat Şakir diye kendini tanıtmış.
Komutan "Sizin kıymetinizi burada bilememişler, buyrun sizi İngiltere’ye götürelim" demiş ama Balıkçı hayatından çok memnun olduğunu söyleyerek kabul etmemiş.
Eski Bodrum resimleri bu siteden
Bodrum'un 70'li yıllarına ait anılar da bu siteden okunabilir.
"Tabii tanımaz mıyım. Yalı kahvesinde bütün gün oturur gelene geçene şöyle (sesini kalınlaştırarak) “Merhaba, merhaba” diye seslenirdi. Paçalarını sıvar elinde ağla denize girer, söyle bir çenesini uzatır bakar, ağını atardı.Hala dün gibi gözümün önünde” dedi.
"Yalı kahvesi neresi?" diye sordum, şimdiki denizciler kahvesinin karşısındaki dondurma da satan restoran eskiden kahveymiş.
"Bodrum eskiden çok güzeldi, misafir gelen birisini ağırlamak herkes için zevkti, kalmadı tabi şimdi” dedi. Halikarnas balıkçısı köylü ile çok içiçe imiş. 12 adalar İtalyanlar'a aitken İstanköylü bir balıkçının kayığına İtalyanlar el koymuş. Derdini Halikarnas Balıkçısına anlatınca Cevat Şakir hemen bir istida yazıp İtalyan başkanına göndermiş. “Devletinizin fakir bir balıkçının kayığına el koyacak kadar aciz olduğunu bilmiyordum” demiş.
İtalyan Başkanı bunu öğrenince hemen balıkçıya yeni bir kayık verilmesini emretmiş. Fakir balıkçı sevinçle Bodrum'a teşekküre geldiğinde Cevat Şakir neşelendiğinde hep yaptığı gibi ayağa kalkıp asker selamı vererek, “Ne sandın benim adım Cevat Şakir “ demiş.
İkinci dünya savaşı sırasında da Bodrum kıyılarına yanaşan bir İngiliz gemisini ziyarete giden Kaymakam ve Belediye başkanı yanlarında tercüman olarak Cevat Şakir’i götürmüşler. Yalınayak gemiye çıkan Cevat Şakir kaymakamı, belediye başkanını tanıştırdıktan sonra kendini de belediyenin bahçıvanı olarak tanıtmış, zira belediyenin önüne pek çok ağaçlar, çiçekler, palmiyeler dikmişmiş. Komutan konuştuğu kusursuz İngilizce'yi duyunca 'Şaka yapıyorsunuz, gerçek mevkinizi söyleyiniz' demiş.
Bunun üzerine Cevat Şakir asker selamını çakıp ben Oxford Biyoloji bölümünden Cevat Şakir diye kendini tanıtmış.
Komutan "Sizin kıymetinizi burada bilememişler, buyrun sizi İngiltere’ye götürelim" demiş ama Balıkçı hayatından çok memnun olduğunu söyleyerek kabul etmemiş.
Eski Bodrum resimleri bu siteden
Bodrum'un 70'li yıllarına ait anılar da bu siteden okunabilir.
Salı, Kasım 13, 2007
altın
Bugün bir maden mühendisi tansiyon ilacını yazdırmak için başvurdu.
Son günlerde Kaz Dağları nedeniyle yine gündemde olan altın madenciliği hakkında ne düşündüğünü sordum.
"Çevreye çok zararlı bir olay, benim işim, parayı bundan kazanıyorum, ama ne yalan söyleyeyim iyi bir şey değil” dedi.
"Altın nasıl bulunuyor doğada?”dedim.
Kayaların içinde oluyormuş, öğütülüp ayrıştırılıyormuş.
Amerika’daki altına hücum döneminde derelerden toplanan altının nasıl oluştuğunu sordum.
Dere yataklarında suyun taşları aşındırması ile ağır olan altın doğal olarak ayrılıyor, dibe çöküyor, taşların altından eleme yoluyla çıkartılıyormuş.
“Bizde de var, Sart’ta o şekilde altın mevcut ama işletilmiyor. Amerika’da falan kalmadı tabi. Bu altın arama işi de bu yüzden gündeme girdi. Amerika’da altın bitti, Afrika’da bitti, bir Rusya’da var, bir bizde. Hem adam ülkesini kirletmek istemiyor. Eskiden ancak zengin maden yatakları işletilirken artık 3, hatta 1 ppm’lik, – “O nedir?” dedim, ton başına gram olarak altın miktarıymış; madenler bile işletilmeye başlandı. Çıkardıkları altının bize hiçbir faydası yok. Tamamını kendi ülkelerine götürüyorlar, devlete ödedikleri kazancın %2’si, yani 6o bin liralık altın çıkarırlarsa devlete 500 lira verip gerisini kendi memleketlerine götürüyorlar, hatta sözleşmelerinde bir madde var, bilmemne şartı olursa % 1 ini veriyorlar. Madeni ayrıştırma işini de burada, İstanbul’da yapabilecek teknoloji olduğu halde götürüp memleketlerinde yapıyorlar. İstedikleri bütün çöpü, zehiri burada kalsın, içinden çektikleri maden ülkelerine gitsin. Orada elektrotları koyup, altını gümüşü ayrıştırıp kendi hazinelerine alıyorlar” dedi.
“Devlet neden işletmiyor bu madenleri?" diye sordum.
"Büyük yatırım gerektiriyor, ayrıca riskli de. Mesela Menderes deltasında biz 100-200 ppmlik damarlar bulduk ama derine gitmiyor, yüzeye vurmuş. Tesisi kurup kazıyorsun altı boş çıkıyor.”
“Bize hiç faydası yok mu yani altınımızı işlettirmenin? O zaman medya neden bu kadar propagandasını yapıyor, altın çıkartılırsa milyar dolarlar gelecek, dış borcumuz bitecek diye?” dedim.
“E altın şirketleri büyük para kazandıklarından büyük lobi faaliyetleri yürütüyorlar. Türkiye'ye tek faydası orada çalışan işçileri işsizlikten kurtarması, başka bir kuruş faydası yok, zararı çok!" dedi.
Son fotoğraf Amerikan Merkez Bankası altın rezevinden.
Son günlerde Kaz Dağları nedeniyle yine gündemde olan altın madenciliği hakkında ne düşündüğünü sordum.
"Çevreye çok zararlı bir olay, benim işim, parayı bundan kazanıyorum, ama ne yalan söyleyeyim iyi bir şey değil” dedi.
"Altın nasıl bulunuyor doğada?”dedim.
Kayaların içinde oluyormuş, öğütülüp ayrıştırılıyormuş.
Amerika’daki altına hücum döneminde derelerden toplanan altının nasıl oluştuğunu sordum.
Dere yataklarında suyun taşları aşındırması ile ağır olan altın doğal olarak ayrılıyor, dibe çöküyor, taşların altından eleme yoluyla çıkartılıyormuş.
“Bizde de var, Sart’ta o şekilde altın mevcut ama işletilmiyor. Amerika’da falan kalmadı tabi. Bu altın arama işi de bu yüzden gündeme girdi. Amerika’da altın bitti, Afrika’da bitti, bir Rusya’da var, bir bizde. Hem adam ülkesini kirletmek istemiyor. Eskiden ancak zengin maden yatakları işletilirken artık 3, hatta 1 ppm’lik, – “O nedir?” dedim, ton başına gram olarak altın miktarıymış; madenler bile işletilmeye başlandı. Çıkardıkları altının bize hiçbir faydası yok. Tamamını kendi ülkelerine götürüyorlar, devlete ödedikleri kazancın %2’si, yani 6o bin liralık altın çıkarırlarsa devlete 500 lira verip gerisini kendi memleketlerine götürüyorlar, hatta sözleşmelerinde bir madde var, bilmemne şartı olursa % 1 ini veriyorlar. Madeni ayrıştırma işini de burada, İstanbul’da yapabilecek teknoloji olduğu halde götürüp memleketlerinde yapıyorlar. İstedikleri bütün çöpü, zehiri burada kalsın, içinden çektikleri maden ülkelerine gitsin. Orada elektrotları koyup, altını gümüşü ayrıştırıp kendi hazinelerine alıyorlar” dedi.
“Devlet neden işletmiyor bu madenleri?" diye sordum.
"Büyük yatırım gerektiriyor, ayrıca riskli de. Mesela Menderes deltasında biz 100-200 ppmlik damarlar bulduk ama derine gitmiyor, yüzeye vurmuş. Tesisi kurup kazıyorsun altı boş çıkıyor.”
“Bize hiç faydası yok mu yani altınımızı işlettirmenin? O zaman medya neden bu kadar propagandasını yapıyor, altın çıkartılırsa milyar dolarlar gelecek, dış borcumuz bitecek diye?” dedim.
“E altın şirketleri büyük para kazandıklarından büyük lobi faaliyetleri yürütüyorlar. Türkiye'ye tek faydası orada çalışan işçileri işsizlikten kurtarması, başka bir kuruş faydası yok, zararı çok!" dedi.
Son fotoğraf Amerikan Merkez Bankası altın rezevinden.
Cuma, Kasım 09, 2007
uçuculuk
Geçenlerde emekli bir hava subayı ilaç yazdırmak için başvurdu.
Bugünlerde okuduğum Mehmet Doğan'ın Alçak Uçuş adlı anılarının etkisi ile hemen, yerde mi yoksa pilot olarak mı görev yaptığını sordum.
"Pilot olacaktım ama kaderin bir oyunu ile yer subayı oldum" dedi. Nasıl olduğunu sordum.
“Hava kuvvetlerine giren her genç pilot olmak ister, ben de pırpırlı uçakla iki senelik eğitimi tamamlayıp sertifikamı aldım. Sonra jet okuluna gittik. Orada eğitmen subaylar dağıtılırken şansıma bana yenice kazadan kurtulmuş bir pilot verdiler. Havada kumandayı bana veriyordu, ama iniş kalkışlarda hep arkadaki eğitmen kumandasından haberim olmadan müdahele ediyormuş. Sınav uçuşunda yere inerken az daha sınavımı yapan Albay’ın da hayatına sebep oluyordum; tabi elendik” dedi.
“Belki böylesi daha hayırlı olmuştur” dedim.
“Ben de öyle düşünüyorum, eskiden uçaklar şimdiki gibi değildi. Bütün uçaklarımız Allah’lıktı O zamanlar Amerika iyice eskimiş uçaklarını doğru düzgün bakım yapmadan boyayıp bize satardı. Bizim uçtuğumuz F100’ler, F 104’lere uçan tabut derlerdi. Benim devremde jet okulunu bitiren 90 arkadaştan 30 tanesi emekliliği görebildi, gerisi hep düştü, şehit oldu” dedi.
"Bu F100 Hava Hastanesinin arkasında çimenlerin üzerinde duran uçak mı?" diye sordum, "Evet o" dedi
“Hiç yeni uçağımız yok muydu?” diye sordum.
“Eğitim uçaklarımız T 33 ler vardı, onlar da yeni değildi, ama diğerlerine göre daha çok randıman aldık” dedi.
“Bu şartlarda uçmak çok ağır bir psikolojik baskı yaratmıyor muydu, pilotlar nasıl etkileniyorlardı?” dedim.
“Etkilenilmez mi! Balıkesir’de bir pilot vardı, günün 10-14 saatini sarhoş geçirirdi, hiç ayık uçtuğunu görmedim, cesaret alıyordu herhalde” dedi.
Ben de askerliğimi havacı olarak yaptığımdan buna çok şaşırdım, bildiğim; her uçuştan önce pilotların doktor tarafından görülüp uçabilir raporu aldıkları idi. Bunu söyleyince:
“Aslında öyle; morali bozuk olanın bile uçmasına izin verilmez, ama nasıl oluyorsa bu arkadaşı herkes biliyordu. Güzel de uçuyordu çocuk valla” dedi.
Pırpırlı uçakla daha sonra sivil hayatta hiç uçup uçmadığını sordum, uçmamış.
“Pırpırlı uçaklar jetlerden çok daha güvenlidir, jet bambaşka bir şey, çok hızlı” dedi ve bir anektod anlattı:
Pilotların birisinin köydeki annesi oğluna mektup yazmış ‘Oğlum fazla yükseğe çıkma , yavaş uç’ demiş.
“Halbuki yavaş ve alçaktan gitmek en tehlikeli iki şey” diye de açıkladı.
Uçuş anıları ile ilgili Türkçe'de pek az yayın var, bunlardan ikisini tanıtmak istiyorum:
İlki Cranwell Hatıraları – Bir Havacı Teğmenin Güncesi Hava Teğmeni Canip Orhun’un güncesi. Canip Orhun 1943 te uçuş eğitimi almak için İngiltere'ye gidiyor, ama bugün havayolu ile 4 saat süren bu yolculuk, o zamanki şartlarda üç ay sürüyor, zira Akdeniz Alman Donanması'nın hakimiyetinde olduğundan önce Mısır'a kadar trenle gidip oradan bindikleri lüks yolcu gemisi ile Afrikanın güneyinden Ümit Burnu'nu dolaşarak İngiltere'ye ulaşıyorlar.
Canip Orhun akıcı anlatımı olan neşeli bir genç. Havacılıkla ilgili anılarının yanında, İngiliz hanımlarla münasebetlerine kadar pek çok ilginç detaya güncesinde yer vermiş.
Mehmet H. Doğan ise ünlü bir edebiyatçımız, yeni yayınlanan kitabında askerlikten ayrılmadan önce, 1951/57 yılları arasındaki pilotluk günlerini anlatıyor.
Kitapta 2. Dünya Savaşının efsanevi uçaklarından Spitfire ile ilk uçuşunda, önce telsizi bozulup, sonra da iniş takımları açılmayınca arkadaşlarının başka bir Spitfire'ın üzerine tebeşirle sol tekerleğin açılmıyor yazarak havalanıp yanında uçmaları gibi ilginç anektodlar bulunuyor, ama beni en çok etkileyen kısım 1960 ihtilalinden sonra kaldırılan emirerliği müessesesinden bahsettiği bölüm oldu.
Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Bandırma'da subay ve assubayları üsse götüren otobüsler iskele önündeki meydandan kalkar akşam da aynı noktaya bırakırlardı. Emirerleri subaylarını akşamüstü bu meydanda karşılarlardı. Gerekiyorsa birlikte çarşıya uğranır, sonra da eve gidilirdi, ya da emireri aynı otobüsle üsse dönerdi. Herşeyin düzgün gittiği günlerde hergün yinelenen bir alışkanlık. Ama o gün bir kaza olmuşsa hele şehit verilmişse... telefonun lüks sayıldığı günlerdi; haber şehre ulaşsa da kimse inanmazdı son otobüs üsten dönünceye kadar. Emirerleri subaylarını karşılayıp birer birer dağılırken, subayı o gün şehit düşmüş olan er öylece kalakalırdı meydanda, son otobüs dönünceye kadar beklerdi orada, bir umut...Ne yapacağını bilemezdi o zaman. Öteki erlerden ayrı,bir büyük acıyı paylaşan isandı o artık: Komutanı, her gün aynı eve birllikte hizmet ettikleri; yiyecek et, ekmek, meyva, odun kömür götürdükleri komutanı olmayan bir emireriydi."
Fotoğraflar 1964'te Kıbrıs'ta uçağı vurularak rumlara esir düşen ve öldürülen Yzb. Cengiz Topel'e ait
Bugünlerde okuduğum Mehmet Doğan'ın Alçak Uçuş adlı anılarının etkisi ile hemen, yerde mi yoksa pilot olarak mı görev yaptığını sordum.
"Pilot olacaktım ama kaderin bir oyunu ile yer subayı oldum" dedi. Nasıl olduğunu sordum.
“Hava kuvvetlerine giren her genç pilot olmak ister, ben de pırpırlı uçakla iki senelik eğitimi tamamlayıp sertifikamı aldım. Sonra jet okuluna gittik. Orada eğitmen subaylar dağıtılırken şansıma bana yenice kazadan kurtulmuş bir pilot verdiler. Havada kumandayı bana veriyordu, ama iniş kalkışlarda hep arkadaki eğitmen kumandasından haberim olmadan müdahele ediyormuş. Sınav uçuşunda yere inerken az daha sınavımı yapan Albay’ın da hayatına sebep oluyordum; tabi elendik” dedi.
“Belki böylesi daha hayırlı olmuştur” dedim.
“Ben de öyle düşünüyorum, eskiden uçaklar şimdiki gibi değildi. Bütün uçaklarımız Allah’lıktı O zamanlar Amerika iyice eskimiş uçaklarını doğru düzgün bakım yapmadan boyayıp bize satardı. Bizim uçtuğumuz F100’ler, F 104’lere uçan tabut derlerdi. Benim devremde jet okulunu bitiren 90 arkadaştan 30 tanesi emekliliği görebildi, gerisi hep düştü, şehit oldu” dedi.
"Bu F100 Hava Hastanesinin arkasında çimenlerin üzerinde duran uçak mı?" diye sordum, "Evet o" dedi
“Hiç yeni uçağımız yok muydu?” diye sordum.
“Eğitim uçaklarımız T 33 ler vardı, onlar da yeni değildi, ama diğerlerine göre daha çok randıman aldık” dedi.
“Bu şartlarda uçmak çok ağır bir psikolojik baskı yaratmıyor muydu, pilotlar nasıl etkileniyorlardı?” dedim.
“Etkilenilmez mi! Balıkesir’de bir pilot vardı, günün 10-14 saatini sarhoş geçirirdi, hiç ayık uçtuğunu görmedim, cesaret alıyordu herhalde” dedi.
Ben de askerliğimi havacı olarak yaptığımdan buna çok şaşırdım, bildiğim; her uçuştan önce pilotların doktor tarafından görülüp uçabilir raporu aldıkları idi. Bunu söyleyince:
“Aslında öyle; morali bozuk olanın bile uçmasına izin verilmez, ama nasıl oluyorsa bu arkadaşı herkes biliyordu. Güzel de uçuyordu çocuk valla” dedi.
Pırpırlı uçakla daha sonra sivil hayatta hiç uçup uçmadığını sordum, uçmamış.
“Pırpırlı uçaklar jetlerden çok daha güvenlidir, jet bambaşka bir şey, çok hızlı” dedi ve bir anektod anlattı:
Pilotların birisinin köydeki annesi oğluna mektup yazmış ‘Oğlum fazla yükseğe çıkma , yavaş uç’ demiş.
“Halbuki yavaş ve alçaktan gitmek en tehlikeli iki şey” diye de açıkladı.
Uçuş anıları ile ilgili Türkçe'de pek az yayın var, bunlardan ikisini tanıtmak istiyorum:
İlki Cranwell Hatıraları – Bir Havacı Teğmenin Güncesi Hava Teğmeni Canip Orhun’un güncesi. Canip Orhun 1943 te uçuş eğitimi almak için İngiltere'ye gidiyor, ama bugün havayolu ile 4 saat süren bu yolculuk, o zamanki şartlarda üç ay sürüyor, zira Akdeniz Alman Donanması'nın hakimiyetinde olduğundan önce Mısır'a kadar trenle gidip oradan bindikleri lüks yolcu gemisi ile Afrikanın güneyinden Ümit Burnu'nu dolaşarak İngiltere'ye ulaşıyorlar.
Canip Orhun akıcı anlatımı olan neşeli bir genç. Havacılıkla ilgili anılarının yanında, İngiliz hanımlarla münasebetlerine kadar pek çok ilginç detaya güncesinde yer vermiş.
Mehmet H. Doğan ise ünlü bir edebiyatçımız, yeni yayınlanan kitabında askerlikten ayrılmadan önce, 1951/57 yılları arasındaki pilotluk günlerini anlatıyor.
Kitapta 2. Dünya Savaşının efsanevi uçaklarından Spitfire ile ilk uçuşunda, önce telsizi bozulup, sonra da iniş takımları açılmayınca arkadaşlarının başka bir Spitfire'ın üzerine tebeşirle sol tekerleğin açılmıyor yazarak havalanıp yanında uçmaları gibi ilginç anektodlar bulunuyor, ama beni en çok etkileyen kısım 1960 ihtilalinden sonra kaldırılan emirerliği müessesesinden bahsettiği bölüm oldu.
Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Bandırma'da subay ve assubayları üsse götüren otobüsler iskele önündeki meydandan kalkar akşam da aynı noktaya bırakırlardı. Emirerleri subaylarını akşamüstü bu meydanda karşılarlardı. Gerekiyorsa birlikte çarşıya uğranır, sonra da eve gidilirdi, ya da emireri aynı otobüsle üsse dönerdi. Herşeyin düzgün gittiği günlerde hergün yinelenen bir alışkanlık. Ama o gün bir kaza olmuşsa hele şehit verilmişse... telefonun lüks sayıldığı günlerdi; haber şehre ulaşsa da kimse inanmazdı son otobüs üsten dönünceye kadar. Emirerleri subaylarını karşılayıp birer birer dağılırken, subayı o gün şehit düşmüş olan er öylece kalakalırdı meydanda, son otobüs dönünceye kadar beklerdi orada, bir umut...Ne yapacağını bilemezdi o zaman. Öteki erlerden ayrı,bir büyük acıyı paylaşan isandı o artık: Komutanı, her gün aynı eve birllikte hizmet ettikleri; yiyecek et, ekmek, meyva, odun kömür götürdükleri komutanı olmayan bir emireriydi."
Fotoğraflar 1964'te Kıbrıs'ta uçağı vurularak rumlara esir düşen ve öldürülen Yzb. Cengiz Topel'e ait
Çarşamba, Kasım 07, 2007
dağ yürüyüşü
Geçen ay şeker hastalığı tanısı koyduğum bir hastamın bugünkü kontrolünde epey kilo verdiğini görünce nasıl başardığını sordum.
“Geçen ay sizin yaşam tarzımı değiştirmem üzerine yaptığınız konuşma etkili oldu Doktor Bey” dedi.
Tanı koyduğumuz gün kendisine bu hastalığın kronik bir hastalık, ve bu gerçeği kabullenmenin zor olduğunu, insanda 'neden ben?' düşüncesinin oluşmasının çok doğal, ancak bazı hastalarda bilinçaltında gelişen ‘ben hastalığı görmezden gelirsem o da beni görmez’ düşüncesinin yanlış olduğunu, aksine artık hayatını bu hastalığa göre değiştirise hiçbir sıkıntı çekmeden sağlıklı, hatta belki eski haliyle yaşayacağından daha uzun bir ömür süreceğini anlatmış, ve kalorili yiyeceklerden kaçınmasını, az az ve sık sık yemesini, hareket miktarını da arttırmasını önermiştim.
Hasta İzmir’de faaliyet gösteren bir yürüyüş grubuna üye olmuş, her haftasonu İzmir’in dağlarında yürüyorlarmış. Sabah 8'de merkezde toplanıp önce bir kır kahvesinde herkes yanında getirdikleriyle kahvaltılarını ediyor, sonra yürüyüşe başlıyorlarmış. Yürüyüşün temposu en zayıf halkaya göre belirleniyormuş. Mesafe 10 kilometre ile 25 km arasında değişiyormuş. Öğle arası parkura göre 1-3 saatlik bir mola veriyorlar, yine hep beraber yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyorlarmış. Otobüs parkurun çıkış noktasında onları bekliyor oluyormuş. Rehber ve ulaşım için 10- 15 lira arası bir ücret ödüyormuş.
Grubun kaç kişi olduğunu sordum.
20-40 kişi arasında değişiyormuş, her yaş grubundan kişiler olmakla beraber hanımlar, özellikle dul ve bekarlar ağırlıktaymış. Çift olarak, hatta çocuklarıyla katılanlar da oluyormuş.
“Dünyam değişti Doktor Bey, ne stres kaldı, ne kilo. Şekerim de 100’ün üzerine çıkmıyor” dedi ve ekledi
“Bu hastalık zaten bende 5 yıldızlı bir tatil köyünde 1 haftalık tatilden sonra ortaya çıktı. Otelde sınırsız yeme içme vardı, hele bir tatlı yapıyorlardı, o kadar hoşuma gitti ki, sürekli yedim, insanın ağzında dağılan baklava gibi bir şeydi. Hayatta bir defa böyle bir şey yaşadık, akibeti de bu oldu”
Fotoğraflar Kaçkarlar'dan .
“Geçen ay sizin yaşam tarzımı değiştirmem üzerine yaptığınız konuşma etkili oldu Doktor Bey” dedi.
Tanı koyduğumuz gün kendisine bu hastalığın kronik bir hastalık, ve bu gerçeği kabullenmenin zor olduğunu, insanda 'neden ben?' düşüncesinin oluşmasının çok doğal, ancak bazı hastalarda bilinçaltında gelişen ‘ben hastalığı görmezden gelirsem o da beni görmez’ düşüncesinin yanlış olduğunu, aksine artık hayatını bu hastalığa göre değiştirise hiçbir sıkıntı çekmeden sağlıklı, hatta belki eski haliyle yaşayacağından daha uzun bir ömür süreceğini anlatmış, ve kalorili yiyeceklerden kaçınmasını, az az ve sık sık yemesini, hareket miktarını da arttırmasını önermiştim.
Hasta İzmir’de faaliyet gösteren bir yürüyüş grubuna üye olmuş, her haftasonu İzmir’in dağlarında yürüyorlarmış. Sabah 8'de merkezde toplanıp önce bir kır kahvesinde herkes yanında getirdikleriyle kahvaltılarını ediyor, sonra yürüyüşe başlıyorlarmış. Yürüyüşün temposu en zayıf halkaya göre belirleniyormuş. Mesafe 10 kilometre ile 25 km arasında değişiyormuş. Öğle arası parkura göre 1-3 saatlik bir mola veriyorlar, yine hep beraber yanlarında getirdikleri yemeklerini yiyorlarmış. Otobüs parkurun çıkış noktasında onları bekliyor oluyormuş. Rehber ve ulaşım için 10- 15 lira arası bir ücret ödüyormuş.
Grubun kaç kişi olduğunu sordum.
20-40 kişi arasında değişiyormuş, her yaş grubundan kişiler olmakla beraber hanımlar, özellikle dul ve bekarlar ağırlıktaymış. Çift olarak, hatta çocuklarıyla katılanlar da oluyormuş.
“Dünyam değişti Doktor Bey, ne stres kaldı, ne kilo. Şekerim de 100’ün üzerine çıkmıyor” dedi ve ekledi
“Bu hastalık zaten bende 5 yıldızlı bir tatil köyünde 1 haftalık tatilden sonra ortaya çıktı. Otelde sınırsız yeme içme vardı, hele bir tatlı yapıyorlardı, o kadar hoşuma gitti ki, sürekli yedim, insanın ağzında dağılan baklava gibi bir şeydi. Hayatta bir defa böyle bir şey yaşadık, akibeti de bu oldu”
Fotoğraflar Kaçkarlar'dan .
Pazartesi, Kasım 05, 2007
cıva ve bor
Bugün emekli, bir maden mühendisi kalp ilaçlarını yazdırmak üzere başvurdu. Etibanka ait cıva ve bor madenlerinde çalışmış. “Cıva doğada nasıl bulunuyor?” diye sordum.
Kırmızıbir taş olarak çıkartılıyor, sonra bu taşlar 700—800 derecelik tamburlarda çevrilerek içindeki cıva gaz haline geçirilip, en sonunda soğutulup çamuru çöktürülerek elde ediliyormuş. Cıva insan sağlığını çok kötü etkileyen bir madde olduğundan işletmelerinde yeterli güvenlik önlemi alıp almadıklarını sordum.
“Eskiden yoktu ama işçiler hastalanıp, büyük büyük tazminatlar aldıktan sonra işçi sağlığı önemsenmeye başlandı” dedi.
“İşçilere böyle büyük tazminatlar verildiğini bilmiyordum” dedim.“Türkiye çapında bu işlere bakan 500 tane müfettiş var. Özel sektörü ısıramadıklarından devlet işletmelerinde bol keseden veriyorlar cezayı” dedi.
“Bor gerçekten bahsi geçtiği kadar önemli bir maden mi?” diye sordum. Öyleymiş, sanayide nükleer teknolojide kullanıldığı gibi tarımda da işe yarıyor, hem gübre hem kısırlaştırıcı olarak kullanılıyormuş.
“O nasıl oluyor?” dedim.
"Bazı ilaçlarda da olur ya düşük dozda gübre vazifesi görürken. Yüksek dozda kısırlaştırıcı etkisi oluyor. Ot bitmesi istenmeyen yerler var, mesela yüksek gerilim hatlarının altına bor dökülüyor” dedi.
“Çıkarması zor mu?” diye sordum, değilmiş. Yüzeyde bulunuyormuş, üstündeki, toprak patlatılıp açılınca ortaya çıkıyormuş, tünel açmaya gerek yokmuş. Bor’un özelleştirilmesi konusunda ne düşündüğünü sordum. “Özelleştirilemez. Bakın eskiden boru hem özel sektör, hem devlet çıkartır ihraç ederdi. 1974’e kadar tonu 35 dolardan satılıyordu.’74’te Ecevit-MSP iktidarında 75 doların altında ihracat edilemeyeceği kanuna bağladı, o günden sonra 75 dolardan sattık. Yine Ecevit 1978’de iktidara geldiğinde bu kez tüm işletmeleri binbir gayretle kamulaştırdı, özel sektör bu işten çıktı. Bugün ne kadar biliyor musunuz borun fiyatı: Tonu 350 dolar, yani on katı fazla fiyattan satıyoruz ve alınıyor” dedi.
Kırmızıbir taş olarak çıkartılıyor, sonra bu taşlar 700—800 derecelik tamburlarda çevrilerek içindeki cıva gaz haline geçirilip, en sonunda soğutulup çamuru çöktürülerek elde ediliyormuş. Cıva insan sağlığını çok kötü etkileyen bir madde olduğundan işletmelerinde yeterli güvenlik önlemi alıp almadıklarını sordum.
“Eskiden yoktu ama işçiler hastalanıp, büyük büyük tazminatlar aldıktan sonra işçi sağlığı önemsenmeye başlandı” dedi.
“İşçilere böyle büyük tazminatlar verildiğini bilmiyordum” dedim.“Türkiye çapında bu işlere bakan 500 tane müfettiş var. Özel sektörü ısıramadıklarından devlet işletmelerinde bol keseden veriyorlar cezayı” dedi.
“Bor gerçekten bahsi geçtiği kadar önemli bir maden mi?” diye sordum. Öyleymiş, sanayide nükleer teknolojide kullanıldığı gibi tarımda da işe yarıyor, hem gübre hem kısırlaştırıcı olarak kullanılıyormuş.
“O nasıl oluyor?” dedim.
"Bazı ilaçlarda da olur ya düşük dozda gübre vazifesi görürken. Yüksek dozda kısırlaştırıcı etkisi oluyor. Ot bitmesi istenmeyen yerler var, mesela yüksek gerilim hatlarının altına bor dökülüyor” dedi.
“Çıkarması zor mu?” diye sordum, değilmiş. Yüzeyde bulunuyormuş, üstündeki, toprak patlatılıp açılınca ortaya çıkıyormuş, tünel açmaya gerek yokmuş. Bor’un özelleştirilmesi konusunda ne düşündüğünü sordum. “Özelleştirilemez. Bakın eskiden boru hem özel sektör, hem devlet çıkartır ihraç ederdi. 1974’e kadar tonu 35 dolardan satılıyordu.’74’te Ecevit-MSP iktidarında 75 doların altında ihracat edilemeyeceği kanuna bağladı, o günden sonra 75 dolardan sattık. Yine Ecevit 1978’de iktidara geldiğinde bu kez tüm işletmeleri binbir gayretle kamulaştırdı, özel sektör bu işten çıktı. Bugün ne kadar biliyor musunuz borun fiyatı: Tonu 350 dolar, yani on katı fazla fiyattan satıyoruz ve alınıyor” dedi.
Cumartesi, Kasım 03, 2007
tiyatrocular
Haftasonu bir arkadaşımla balkonda sohbet ederken gözü saksıdaki süs biberlerine takılınca “Halit Akçatepe rakıyı bu biberlerle içiyor, biliyor musun?” dedi.
Nereden tanıdığını sordum.
Restoranları vasıtasıyla fuara gelen tiyatrocuları iyi tanıyan annesi, 12 Eylül döneminde sokağa çıkma yasağı olduğundan konuklarını üçer beşerli gruplar halinde evlerinde balkonlarında ağırlamaya başlamış. Arkadaşım da o zamanlar 12-13 yaşında bir çocuk olarak bu içki sofralarında bulunmuş.
Halit Akçatepe aynı zamanda tiyatrocular arasında en normal sıradan insan davranışı gösterenmiş, diğerleri için İngilizce bir tabir kullandı ‘Larger than life’(Hayattan daha büyük diye çevrilebilir) tiyatrocuların günlük hayatlarında da sahnedeymiş gibi abartılı ses tonları ve hareketlerle yaşaması tarzı şeylerde kullanılırmış.
Halit Akçatepe acı süs biberini çok sever, rakıya meze edermiş. Sofraya otururken yanına bir saksı biber alır hepsini bitirirmiş.
İçme konusunda en dayanıklı tiyatrocu ise Metin Akpınar’mış.Arkadaşım pek çok kez masadan hiç kalkmadan 48 saat içtiğine şahit olmuş.Masada Ahmet Priştina’nın da aralarında bulunduğu arkadaşları adeta nöbetleşe gidip yatarlar fakat Metin Akpınar hiç sarhoş olmadan şişelerce rakı (arada bir şişe viski içer, tekrar rakıya dönermiş) devirir, bu arada da sürekli yer, arkadaşıma “şuradan bir dana pirzolası daha atıver mangala” dermiş.
Nisa Serezli ingiliz leydisi havasında ama cıva gibi bir kadınmış, çok fırlama espirileri de olurmuş.
Tolga Aşkıner ise arkadaşımın en hoşlanmadığı tiyatrocuymuş. Güvenilmez üçkağıtçı bir insan izlenimi uyandırır, belden aşağı espiriler yaparmış.
Müşfik Kenter çok ağırbaşlıymış, çok kaliteli espiriler yapar hiç sulanmazmış.
Müşfik-Yıldız Kenter'in fotoğrafı bu siteden.
Cuma, Kasım 02, 2007
balık çiftlikleri ve granyoz
Bugün balık çiftliklerinde çalışan bir hasta annesinin ilaçlarını yazıdrmak için başvurdu.
Kendisine çiftliklerin açığa alınma işinin ne olduğunu sordum.
İzin alabilenler açığa taşınıyormuş. Açığa almak için de izin mi gerekli diye sordum.
Gerekliymiş, hem de tamamlamak 1 yıl sürüyormuş.
“İzmir’dekiler hemen hemen halletti de Aydın’da, Didim’de olanlara Tarım Bakanlığı Kalamaki’nin açığını göstermiş, Çevre Bakanlığı da Milli Park'ın karşısı diye izin vermiyormuş. Onların işi sürüncemede kaldı” dedi.
“Açığa alınma balığın kalitesini, fiyatını etkileyecek mi?” diye sordum.
"Etkiler tabi, şartnameye göre en az 30 metre derinlikte, kıyıdan 0.6 mil açıkta olması, ve koy içinde bulunmaması gerekiyor. Zaten 30 metre dedin mi koy içinde olmaz. Bizim taşınacağımız yer kıyıdan 7 mil açıkta. Açık deniz kıyıdan daha temiz, balık daha yi et tutar ama maliyetler artacak tabii. 7 mil açığa ufak tekne ile gidemezsin, daha büyük donanımlı tekne, otomatik yemleme lazım, günde 2-3 kere yem veriliyor, ufak işletmelerin yaşaması zor” dedi.
Yemlerin denizi kirletmesi konusunda ne düşündüğünü sordum.
"Bence o çevreciler abartıyor, kimyasal madde değil ki bu, içinde %20 oranında yağ var, o biraz deniz yüzeyinde kirlilik gibi gözüküyor ama sonuçta eriyip gidiyor” dedi.
“Neden Çipura ve Levrek dışında balık üretilmiyor?”diye sordum.
"Üretiliyor, şimdi biz Sarıağız denen pulsuz bir balığı üretmeye başladık, ama her balık ticari olarak verimli olmuyor, kimisinin yumurtadan yavru çıkarma oranı düşük oluyor. Mesela Çipura bu konuda en iyisi bir milyon yumurtadan 20 bin yavru çıkıyor; sonra bazı balıklar suni yemle beslenince kararıyor, şekil değiştiriyor, olmuyor” dedi.
Bu sarı ağız’ı hiç duymadığımı, iç pazara verip vermediklerini sordum.
“Veriyoruz, Kipa’larda var, Granyoz diye satılıyor” dedi.
“Ben o Granyoz'ların deniz balığı olduğunu sanıyordum” dedim.
“Yok hepsi çiftlik, aslında o balık daha da büyür, bizim damızlıklarımız 30 kilo” dedi.
“Toprak havuz nedir?” diye sordum.
Sahilde kazılan çukura deniz suyu doluyormuş, orada yetiştirlen balığın rengi biraz da agğüzel oluyormuş.
“Tadı fark ediyor mu?” diye sordum.
“Yok canım masrafı zahmeti çok, ondan pahalı satılıyor” dedi.
"Granyozun kafasından çıkan iki ufak taşın böbrek hastalıklarında kullanıldığını söylüyorlar duydunuz mu?" dedim.
Gülerek "Duydum, Kemeraltında çiftini 5 liraya satıyorlar" dedi.
İlk fotoğraf Devletşah'dan Çipura, diğerleri Granyoz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)