Çarşamba, Ağustos 29, 2007
roket
Bugün havuza kaydolmak için rapor almak isteyen bir mühendisle sohbet ettik. Roket sanayiinde çalışıyormuş. Roketsan adlı yerli bir firma varmış,roket ve roket rampası üretiyormuş. Roket rampasını tek kullanımlık, hafif kompozit bir maddeden yapmaya çalışıyorlarmış.
Roketlerde en önemli konu yakıtmış. Yakıt olarak TNT kullanılıyormuş. TNT normalde milisaniyeler içinde yanan (patlayan) bir madde olduğu halde bunu 2-3 saniyede yavaş yanar hale getirebilmek esas teknolojiymiş, yoksa TNT yapmak çok kolaymış.
Gliserine nitrik asit katınca oluyormuş ama çok kararsız bir bileşikmiş, asidi hızlı katarsan, fazla hareket etirirsen ya da bir damla fazla koyarsan patlarmış. Daha kararlı olması için gliserin yerine sahte benzin yapmak için de kullanılan inceltici toluen kullanılıyormuş. Bu karışıma quartz kumu da eklersen dinamit oluyormuş.
Bu yakıt kısa menzilli roketler için uygunmuş. Yakıtın tamamı fırlatma rampasında
yanıyor, fırlatmadan sonra tamamen fırlatılmış taş gibi gidiyormuş, yolda kullanılan yakıt yokmuş. Menizli ise 20 kilometre imiş.
Rampanın hafif olmasının önemi büyükmüş, çünkü atış yapıldığı anda düşman radarı ateş edilen yeri saptayıp imha etmek için ateş ediyormuş. Hafif rampalar atışı yaptıktan sonra hızla kaçmayı sağlıyormuş.
Bedeninde bulaşıcı bir lezyon bulunmadığından istediği raporu verdim.
türk okulları
Bugün bir hastanın aile kayıtlarını kontrol ederken eşinin Türki Cumhuriyetler’den olduğunu fark edince nasıl tanıştıklarını sordum. Orada sanayicilik yapıyormuş. İlk defa ‘90ların başında okul açmaya gitmiş.
“Işık okullarından mı?” diye sordum, öyleymiş. Bu okulların nasıl çalıştığını sordum.
“Buyrun beraber bir mezuniyet törenine gidelim, 3-5 gün kalır gezeriz, görürsünüz” dedi.
Okullar işadamlarının yaptığı bağışlarla yapılıyor, ve işletiliyormuş. Şimdilerde artık eğitimden alınan ücretle kendi yağlarıyla kavrulmaya başlamışlar. Öğretmenler buradan gidiyor, normal bir maaş alıyor, ama var güçleriyle, bazen günde 16 saat çalışıyorlarmış.
Okullarda yerel dilin dışında Türkçe, İngilizce, ve bazen de Rusça okutuluyormuş. Okulların binaları yerel devlet tarafından tahsis ediliyor, öğrenci alımında zengin, fakir ayırmadan her isteyen kabul ediliyormuş. Şimdilerde İzmir’de de hayır faaliyetlerini sürdürüyormuş. Geçenlerde ‘Alın bunları okutun, burada kalırlarsa dağa çıkacaklar’ diye Doğu’dan 25 genç göndermişler. “Ne yapacaksın, okutacağız, barındıracağız.” dedi.
Ne kadar yardım yaptığını sordum. Söylemek istemedi, ama sadece nakdi değil, kimi zaman tanıdıklarından bir çuval un, gibi ayni yardımlar topladığı oluyormuş.
“Peki bu yardımlar neden Deniz Feneri Derneği gibi bir kampanya haline getirilmiyor, da tanıdıklar vasıtasıyla yapılıyor?” diye sordum, bilmiyormuş. Kendisi ilkokul mezunuymuş. İnsana, eğitime yatırım yapmanın önemli olduğunu düşünüyor, bu nedenle bu yolda çalışıyormuş.
Bu organizasyonun oradaki ticari işlerinde faydası olup olmadığını sordum; olmuyormuş.
Kendi çocuğunu da Yamanlar Koleji’nde okutmuş. Oğlu aslında okumayacakmış, ama öğretmenlerin büyük gayreti ile üniversiteyi kazanmış, çok da iyi terbiye almış. “Görsen kız dersin” dedi.
Fotoğraflar Burkina Faso, Kamboçya ve Arjantin'deki Türk okullarından.
Cuma, Ağustos 24, 2007
perhiz
Bugün epeydir görmediğim bir hastamı oldukça kilo vermiş görünce tebrik ettim ve nasıl başardığını sordum.
İki yıl önce yaptığı doğumdan sonra gebeliği sırasında aldığı kiloları veremediği gibi daha da almıştı. Eşinin israrı ile diyetisyene gitmeye başlamış. Hastanedeki diyetisyene mi gittiğini sordum; özele gidiyormuş. Diyetisyenlerin muayenehaneleri varmış, ve bayağı da doluymuş.
Ne kadar ücret ödediğini sordum. 6 aylık bir kür için 650 lira vermiş. Bu ücrete ilk başta yapılan iki üç kan tahlili, altı ay boyunca haftada bir görüşme, ikinci altı ayda da inilen kiloyu korumak için ayda bir görüşme dahilmiş.
Diyetisyenin ne yaptığını sordum.
“Sadece liste veriyor, aslında bende listeden bol bir şey yok ama parayı verip her hafta tartılmaya gidince mahçup olmamak için boğazına hakim oluyorsun” dedi. Haftalık görüşmeler 10-15 dakika sürüyor, diyetisyen motive edici konuşmalar yapıyormuş. 3 ayda 12 kilo vermiş, kalan 3 ayda 12 kilo daha verecekmiş.
Eşi önce beraber gidelim demiş ama fiyatı öğrenince sen git, listeleri paylaşırız demiş. Beraber uyguladıkları diyetle O da kilo vermiş.
Ücret, fazla olan kiloya göre belirleniyormuş; önce tartıp sonra fiyatı söylüyorlarmış. Alsancak’ta ücretler daha pahalıymış, 20 kilo fazlası olan bir arkadaşı orada 1400 lira veriyormuş, 2000 liraya kadar ödeyenler varmış. Diyetisyen diyet listesi dışında spor vermiyormuş.
Egzersizin kilo vermeye ve kiloyu korumaya olan katkısını anlattım, ve her akşam düzenli olarak en az bir saat tempolu yürüyüş yapmasını önerdim.
Perşembe, Ağustos 23, 2007
düşkünlük
Karnında ağrılı bir şişlik olduğunu, yeşil kartının bulunduğunu, ne yapması gerektiğini sordu. Kendi doktorunu bulması gerektiğini söyledim, ama gerek hastanın doktor arayacak durumu olmadığından , gerek herkes çıktığından, içeriye alıp derdini dinledim.
Öncelikle hiç yeşil kart sahibi hastalara benzemediğinden neden sigortasının olmadığını sordum. Aslında Bağ-kur’lu bir avukatmış. 7 sene önce iş seyahatinde trafik kazası geçirmiş. Karşıdan gelen araç mıcırlı zemine girince kayıp kullandığı araca çarpmış, uçuruma yuvarlamış. Arabadan 2 saatte çıkarabilmişler.
O zaman maddi durumu iyi olduğundan uzun süre özel hastanede tedavi görmüş, ameliyatlar olmuş, iki yıl hiç kalkmadan yattıktan sonra koltuk değnekleri ile yürüyebilir hale gelmiş. Bu sırada yeni evlendiği ikinci eşi de onu terk etmiş.
“Başka kimseniz yok mu?” diye sordum.
"Paran yoksa kimsen yok!" dedi. İlk eşinden bir kızı varmış.
“Yurt dışında iki fakülte okuttum, orada evlendi. Kaza olduğunda Türkiye’de benim hediye etttiğim yazlıkta tatildelerdi. Sadece bir kez telefon etti, ‘yanında bakacak kimse var mı?’ diye sordu, bir daha da hiç aramadı. Artık aramasını da istemiyorum, numaramı değiştirdim.” dedi.
Bağkur hasta yattığı yıllarda prim ödeyemediğinden 6 yıllık 16 milyar pirim borcu çıkarmış. Ertesi yıl bir daha gitmiş bu kez 24 000 lira olmuş. Aslında 27 yıl prim ödemiş ama Bağ-Kurdaki memurlar ‘senin işin Ankara’da , orada işe başlamışsın , oraya git’ diyorlarmış. “Ben nasıl gideyim Ankara’ya, dava açacağım” dedi.
Maaş alamadığına göre nasıl geçindiğini sordum.
Devlet bakıma muhtaçlara 100 lira aylık veriyormuş . Bir yeğeni de Allah razı olsun ayda 150 lira gönderiyormuş. İki oda bir gecekonduda oturuyor, kirayı oldukça 50-100 ödüyormuş. Elektriği varmış ama suyu kesikmiş. Mahallenin gençleri camiden bidonla su doldurup getiriyorlarmış. Muayeneye de komşuları arabayla getirmişler.
Muayene ettim; karnında bir muhtemelen bağırsağa ait bir kitle mevcuttu. Bunun bir tümör olabileceğini, kesin tanının ancak hastanede konulabileceğini anlattım. Hastaneye sevk ettim. Cep numaramı istedi, cep telefonu kullanmadığımı söyledim ve muayenehanenin numarasını verdim. Büyük yazmamı rica etti, gözleri iyi görmüyormuş. Ben de O’nun adresini ve cep telefonu numarasını aldım, ihtiyacı olduğunda evine gelip muayene edebileceğimi söyledim, eşantiyon ilaçlardan ağrı kesiciler verdim, ve ağrı kesici bir iğne yaptırdım.
Çarşamba, Ağustos 22, 2007
partizanlık
Bugün belediyede üst düzey bürokratlıktan emekli olmuş bir hastamla konuşurken belediye hizmetlerinin
1944'te çıkartılan bir yasaya kadar yabancılar tarafından imtiyazlı
olarak işletildiğini öğrendim. Örneğin İzmir Belediyesini eskiden
Belçikalı'lar işletmiş, sistemi onlar kurmuşlar. O kadar iyi bir sistemmiş ki müdürün
haberi olmadan kurşun kalem alınamazmış. Sadece müdür yabancı,
diğer çalışanlar yerli olduğundan giderlerin kontrolü için böyle bir
sistem kurulmuş. Belediyelerin şimdi ihalelerle satılan kıymetli
arsaları da bu dönemde imtiyazlı şirketlere hibe edilen arazilermiş. Belediyelerin partizanlıkla idare edilip edilmediğini sordum. Kendisini ilk müdürlüğe
getiren başkan seçimi kazanamayınca emekliliği de geldiğinden istifa dilekçesini
yazıp cebine koymuş, yeni başkanın kendisini çağırmasını beklemeye
başlamış. Başkan kendisini hiç görmeden tanımadan görevden alınca
kızıp dilekçesini yırtmış, ve mahkemeye başvurmuş. İki yıl boyunca dört kez
görevden alınıp mahkeme kararıyla geri dönmüş, bir kez de
manevi tazminat kazanmış. Manevi tazminatı başkan kendisi
ödeyeceğinden, karar önüne gelince dikkatini çekmiş, "Kim bu arkadaş biz bunu çok
mağdur etmişiz" demiş. Politikayla ilgisi olmayan bir
teknokrat olduğunu öğrenince "Sorun ne görev istiyorsa verelim" demiş. Kendisine ne görev istediğini
sormuşlar:
"Ancak genel müdürlük verirseniz
dönerim, sonra emekliye ayrılırım" demiş.
"Tamam" demişler genel müdür
yapmışlar, bir süre çalıştıktan sonra emekliye ayrılmış.
"Emekli maaşı mı fark ediyor?" diye
sordum.
Genel müdür emekli maaşı bugün için 2700 iken , müdürünki 1500 liraymış.
"Bir de çalıştırılmadığım dönemde bankamatik
memuru oldum, iki yıl maaşlarımı, farklarını tazminatlarımı aldım. Halbuki
seçildiğinde değil kendisi, bir adamını gönderip fikrimi sorsaydı istifa etmeye
hazırdım, istifam cebimdeydi" dedi.
Fotoğraflar İzmir'in son üç belediye başkanı: Burhan
Özfatura, Yüksel Çakmur, ve Ahmet Piriştina.
Alttaki fotoğraf 10 000 İzmir'linin (ben dahil) ellerinin kalıbı
alınarak Priştina anısına yapılan anıt ve projenin sahibi heykeltraş
Ekin Erman.
devre tatil
Bugün depresyon ilaçlarını uzun süredir yazdırmayan bir hastama neden ilçalara ara verdiğini sordum. Tatilde olduğundan yazdıramamış. Nerede tatil yaptığını sordum. Antalya’da devre tatilleri varmış. "Devre mülkten farklı bir şey mi bu devre tatil?" diye sordum. Farklıymış.
Devre mülk belli süre için değil temelli satın alınırken, devre tatil 99 yıllığına kiralanıyormuş.
On yıl önce 7500 dolara bir hafta almışlar. Ayrıca her yıl da 190 dolar aidat ödüyorlarmış. Bu aidatın karşılığında iki günde bir evleri silinip süpürülüyor, tuvalet kağıdı, şampuan bitince yenileniyor, ayrıca havuzdan da yararlanıyorlarmış. Yemekler otelde yenirse kişi başı 30 liraymış, bu nedenle evde kendileri pişiriyorlarmış.
İlk başta tatilleri fleksibılmış, yani istedikleri evi seçip kalıyorlarmış, ama son yıllarda İngilizlerin bölgeye akını ile güzel evler onlara otel olarak kiralanmaya başlanınca, zemin kata kalmamak için güzel manzaralı bir eve sabit olarak geçmişler. Bunun karşılığında da hakları 99 dan 49 yıla indirilmiş.
Devre mülkü olanlar mesela plajdaki kırılan şezlongların masrafına katılırken, devre tatilciler bu gibi işler için para ödemiyorlarmış.
Tatillerini uzatmak istediklerinde idareden 190 dolar ödeyerek bir haftalık ev kiralayabiliyorlarmış, ama bu sene onların da gözü açılmış, fiyatı 400 Euroya çıkarmışlar. Bu sefer tanıdıkları, tatile gelmeyen komşularının evlerini 200 liraya kiralayıp bir hafta daha kalmışlar.
Fotoğraflar devremülk sitelerinden.
Cuma, Ağustos 17, 2007
zeytincilik
Kendisine Karaburun'daki
zeytin ağaçlarının üzerinde gördüğüm iple asılı zarfların ne işe
yaradığını sordum.
Bu zarflarda zeytin sinekleri için
afrodizyak olan hormonlar varmış. Çiftleşme amacıyla yapışkanlı kağıda yaklaşan sinek yapışıp kalıyormuş. Bu yöntem sinek sayısını azaltmak için değil, ilaçlamaya gerek var mı diye anlamak için uygulanıyor, kağıda yapışan sinekler düzenli olarak sayılıp kaydediliyormuş.
Bir de zeytin ağaçlarında çok yaygın olan mantar hastalığı için çalışmaları varmış. Son yıllarda bu hastalık çok yayılmış, on milyon zeytin ağacını etkiliyormuş. Hava yolu ile yayıldığı gibi, özellikle pamuk ekili tarlalara dikilen ağaçlarda topraktan ağacın gövdesine girip su iletim kanallarını
tıkayan mantarlar ağacın kurumasına yol açıyormuş. Şimdi mantara doğal olarak dayanıklı bir zeytin türü bulmuşlar ama ağacın zeytin kalitesi kötüymüş. Zeytin kalitesi iyi olan ağaçlardan bu mantara bağışık gövdeye aşı yaparak mantara dayanıklı kaliteli zeytin ağaçları elde ediyorlarmış.
Oğlunun muayenesi sonucu herhangi bir patolojik bulgu saptamadığımdan Aferin süspansiyon 3x2 ölçek yazdım.
7 yaşındaki oğlan muayene süresince annesine çok saygısız davranınca hangi takımı tuttuğunu sordum .
Galatasaray'lıymış. Ben annesine karşı davranışlarına bakarak kendisinin Fener'li olduğunu sandığımı, Fener'lilere iğne Galatasaray'lılara şurup yazdığımı; değil annesine herhangi bir büyüğüne, hatta arkadaşlarına saygısız davranan bir çocuğun hiç kimse tarafından sevilmeyeceğini anlattım ve güzel muayene olduğu için bir
şeker hediye ettim .
Teşekkür ederek aldı.
Son resim heykeltraş Can Erçin'in Tariş zeytinleri için
çektiği reklam fotoğrafı.
Perşembe, Ağustos 16, 2007
sigara üretimi
Bugün yabancı bir sigara fabrikasında çalışan bir hasta ilaçlarını yazdırmak için başvurdu.
Yabancı sigaralarla yerli sigaraların neden farklı olduğunu sordum.
Yabancı sigaralarda harman sırasında kıyılmış tütüne pek çok madde katılıyormuş, ve esas bağımlılığı bunlar yapıyormuş.
"Neler katılıyor?" diye sordum.
"Aslında sadece tütün zararlı, hepsi sağlığa zararsız maddeler" dedi.
Meyan kökü, keçiboynuzu tozu, katı çikolata, kakao, vanilya aromaları sıvı hale getirilip harmanın üzerine püskürtülüyormuş.
Bunların ağız yoluyla alınırsa zararsız olduğunu, örneğin çikolatayı yakarak dumanını içine çekmenin zararsız olmadığını söyledim, hak verdi.
İşçilere istihkak verilip verilmediğini sordum. Geçen seneye kadar istedikleri markadan ayda ikişer karton alma haklar varmış ama içmeyenlerde epey stok biriktiğinden; satsan bir türlü, dağıtsan bir türlü olduğundan sorun olmaya başlamış, kalıdrılmış. Kendisi hiç içmediğinden kayınbiraderine veriyor, O da ağır içici olduğundan iki kartonu hemen haklıyormuş.
Özellikle yabancı sigaralarda ne kutuda, ne içinde en ufak bir hata olmaması dikkatimi çekiyor, bu kalite düzeyini nasıl sağladıklarını çok merak ediyordum.
Makinelerin teknolojik açıdan çok kaliteli ve pahalı olması sonucu oluyormuş.
Bir makine seti 5 milyon Euro imiş. Çalıştığı fabrikada toplam 24 adet varmış.
Her sigara tek tek tartılır, 0.85 gramdan %10 eksik fazla olan atılırmış.
"Bizim ikinci kalitemiz yoktur. Mesela Vestel'in hatalı ürünleri spotta satılıyor. Köşesi kırıktır, ufak tefek hatası vardır, ucuza satılır ama üzerinde Vestel yazar. Biz çok büyük miktarlarda hatalı amabalajı, filtreyi, imha ettik zamanında” dedi.
Sigara reklamları 1930-1950 yılarından
Salı, Ağustos 14, 2007
su sondajı
Bugün sondajcı bir hasta tansiyon ilaçlarını yazdırmak için başvurdu. Sondajın nasıl yapıldığını sordum. Önce matkaplarla belli bir derinliğe kadar delinip, sonra birbirine kaynatılan metal , ya da vidalanan plastik borular deliğe indiriliyormuş. Genelde tarla sulama için yüzeydeki sular kullanılırken, içme suyu amaçlı kazılarda oldukça derine iniliyormuş. En son Bornova’da 148 metreye inmiş.
Dipte güzel su bulunan katmanların seviyelerini belirledikten sonra borunun o seviyedeki kısımlarına filtre takılıyor, daha sonra borunun etrafına çakıl dolduruluyor, yüzeye yakın bölgede ise, çevredeki kötü sular ve kanalizasyonlar karışmasın diye mesela son 50 metreye sulu, cıvık beton dökülüyormuş.
“Adam eski kuyum diyor, foseptiğini kuyuya veriyor, bilinçsiz sondajcılar yüzünden derindeki güzel sularımız da bozuldu, bütün katmanlar birbirine karışıyor” dedi.
“Nasıl karışıyor?” diye sordum.
“Kötü suların olduğu katmanlara da filtreleme yapıyor. E bir tane olsa neyse, aynı bölgede belki 500 kuyu var, bütün sular birbirine giriyor, derindeki güzelim su acılaşıyor” dedi.
“Suyun tadına nasıl karar veriyorsunuz?” diye sordum, kendisi tadıp karar veriyormuş. Yüksek bölgelerde daha tatlı su çıkıyormuş.
Çatal değnekle su aramayı sordum. dedi. “Bence palavra!”“Adam dut dalını kesiyor, köşesini de kıvırıp eline alıyor, köşeyi biraz fazla kıvırsan dalın ucu havaya kalkar zaten” dedi.
İlk fotoğraf buzulda araştırma yapan bilimadamlarının analiz amaçlı açtıkları sondaj kuyusundan çıkan sıcak su ile keyif yapmalarını gösteriyor.
Cumartesi, Ağustos 11, 2007
dedikodu
Bugün 80’li yılların başlarında İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde lüks şarküteri işletmiş bir hastamla sohbet ettik. O yıllarda lüks tüketim yeni başlamış.
“Lavaş kiri peynirlerini ilk ben getirdim, o zaman kaçaktı, tezgah altından satardık” dedi.
“Bildiğimiz üçgen peynirlerden mi?” diye sordum.
“Evet onlardan , bizim Karper peynirden bir farkı yok ama talep vardı işte” dedi.
Esas parayı hazır yemek işinden kazanıyormuş, "Zengin muhit olduğundan evde yemek pişirmeyle de, fiyatlarla da uğraşmazlardı, yemekte kar oranı % 200 dü” dedi.
O zamanlar pek çok ünlü müşterisinin arasında yeni cinsiyet değiştirmiş olan Bülen Ersoy’da varmış. Dükkana mutlaka sağ ayağı ile besmele çekerek girermiş, ama ağzı çok bozukmuş.
“Dükkanda mı kötü konuşurdu?” dedim.
“Yok bir keresinde telefonla pastırma sipariş veriyordu, içerdeki annesine yağlı mı, yağsız mı olsun diye sordu. Annesi herhalde duymayınca sana söylüyorum… diye bir küfürler savurdu, ben utandım” dedi.
Dükkanda kibar konuşurmuş, bir keresinde tüm çalışanlara 500 lira bahşiş vermiş, en son kasada oturan kendisine de verince “Bülent Hanım ben buranın sahibiyim” diyecek olmuş. Bülent Hanım:
“Olsun hatıra olarak saklarsınız diye veriyorum” demiş.
Perşembe, Ağustos 09, 2007
uçak yakalama
Bugün uçak yakalama sistemleri üreten bir sanayicinin ilaçlarını yazdım.
Savaş uçaklarında sistemler yolcu uçaklarındaki gibi yedekli olmazmış, her şeyden bir tane varmış. Bu nedenle arıza olursa uçak ve pilot kaybedilirmiş. Freni bozulan uçakları durdurmak için iniş pistlerine ağlar kurulurmuş.
Bu ağ pilotun isteğiyle 0,6 saniyede kalkar ve uçağı yakalar, büyük disk frenlerle
Ağların çelikten mi yapıldığını sordum.
Naylon 66 diye bir maddeden yapılıyormuş. Bu madde görünümü naylona benzemekle birlikte çok mukavemetliymiş.
Özelliği kopan liflerin kendi kendini tekrar düğümlemesi imiş. Çok büyük, kalın saç plakaları bile dikebilecek makinalarla dikiliyormuş, ve dikilirken duman çıkarıyormuş. Bantlar şeklinde üst üste bindiriliyor ağ haline getiriliyormuş. Uçağın sivri çıkıntıları da ağın deliklerine takılıp tutunmayı arttırıyormuş. Bu şekilde yakalanan uçaklarda hiçbir hasar oluşmazmış.
Sivil havaalanlarında neden böyle yakalama sistemlerinin kullanılmadığını sordum. “Aslında kullanılması lazım, pistten çıkan uçaklar engellenebilir. Kendilerine bir çıkar sağlayamadıklarından kurmuyorlardır. Benim gördüğüm, her kurumda işler çıkar üzerine yürüyor, fayda ikinci planda” dedi.
MİG-29 un bir Fİnlandiyadaki bir hava gösterisinden sonra hatalı inişinin ağla yakalanmasını gösteren fotoğraflar bu siteden.
gastarbeiter*
Bugün yurtdışından emekli bir hanım ilaç yazdırmak için başvurdu.
Hangi ülkede bulunduğunu sordum, 1966-82 arası Hollanda’da işçi olarak çalışmış.
Orayı özleyip özlemediğini sordum.
“Çok özlüyorum” dedi. İlk giden gruplarda yer almış.
“O zamanlar farklı mıydı avrupalıların türk işçilere yaklaşımları?” diye sordum.
“Çok farklıydı, beni yolda durdurur etrafıma toplanırlardı” dedi.
“Ne diye toplanırlardı?” dedim.
“Hiç türk görmemişler, demek türk kadını böyle oluyormuş diye bakıyorlardı. Ben de o zaman gençtim gösterişliydim, Türkiye’de kapalı olmama karşın eşim orada başımı açtırmıştı, biraz böyle gitsin demişti” dedi. .
Çocukları olduktan sonra tekrar kapanmış. Oradaki komşuları çok saygılıymış. Bir komşusu “Senin her gün mü başın ağrıyor?” diye sormuş, Muhammedi olduğumuz için başımızı kapatıyoruz deyince çok özür dilemiş.
Çalışma hayatı çok ağırmış, kahvaltı, tuvalet he dakikaylaymış.
"Sabah 10 dakikada kahvaltı boğazıma dizilirdi, Onlar ise sabahtan evde kahvaltı edip gekldiklerinden o on dakikada kahve içerlerdi” dedi.
Siz neden kahvaltıyı evde etmiyordunuz?”diye sordum.
“E türkleri bıraksan öğleye kadar uyur, kalkamadığımızdan” dedi
“Hollanda nasıldı o zamanlar?” diye sordum.
“Çok pisti” dedi.
“Ne açıdan?” diye sordum.
Ahlaki anlamda pismiş. Çayırlarda herkes soyunup sevişiyormuş, ağaçlara donlarını asıyorlarmış.
"Türkler geldikten sonra düzeldi orası” dedi.
“Nasıl yani?”diye hayretle sordum.
Türkler çayırda soyunup sevişenlere musallat olup sarkıntılık etmeye başlayınca yapamaz olmuşlar.
“Afedersin burada hoca olan bile oraya gidince şaşırıyor” dedi.
Fikrince şimdilerde burası da aynı oranın eski zamanı gibi pis olmuş.Oradaki Türkler de, tanıdıklardan haber aldığına göre pis işler yapmaya başlamışlar, esrar satıyorlarmış, aralarında hiç dayanışma da kalmamış.
*misafir işçi
Fotoğraflar bu siteden: Hollanda'da Türk işçileri.
Perşembe, Ağustos 02, 2007
mayıs mayası
Bugün bel ağrısı ile gelen Kula'lı yaşlı bir çifte muayene sonucunda ağrılarının şişmanlıktan kaynaklandığını söyleyip kilo vermelerini önerdim.
Amca:
"Bizim köylük yerde yeme içme çok, habire düğün oluyo, keşkek oluyo, helva oluyo, hanım ekmek yapıyo, tereyağ salça sürüp yiyoruz" dedi.
"Kula'nın ekmeği de pek meşhur, nasıl yapıyorsunuz?" diye sordum.
"Mayıs mayası ile yapıyoruz" dedi yaşlı teyze.
Mayıs ayında yağan yağmuru tepsilerde biriktirir, sonra onunla hamur yoğururlarmış. Hamura yağmur suyu ve un dışında başka şey konmazmış. Daha sonra yoğurdukları hamur maya görevi görürmüş. Dolapta aylarca saklanabilirmiş, ama açıkta çabuk bozulur, eşkir, çikin olurmuş.
Köylerinde komşularının ocağı tüttü mü teyze hemen bir parça mayalı hamuru çoğaltır, götürür ekmek edermiş. Bu yöntemle yapılan ekmek fıska fıska kabarır, hem de hiç bayatlamazmış.
İştahları çok yerinde olduğundan kararın kendilerine ait olduğunu, canın boğazdan geldiği gibi gidebileceğini, ancak atın ölümü arpadan olsun diyerek yemeye devam edebileceklerini, kilo almaya devam ederlerse ağrılarının gitgide artacağını anlattım.
Çarşamba, Ağustos 01, 2007
köy enstitüleri
Bugün kalp ilaçlarını yazdırmaya gelen 84 yaşında emekli bir maarif müfettişi ile sohbet ettik. Nasıl müfettiş olduğunu sordum.
Köy öğretmenliği, müdür yardımcılığı, idarecilik derken çalışmalarının beğenilmesi sonucu ilköğretim müfettişi olarak emekli olmuş.
1945 yılında Konya İvriz Köy Ensititüsünden mezun olup önce kendi köyünde görevlendirilmiş. Okula nasıl başvurduğunu sordum.
O zaman öğrenci bulunmadığından hükumet görevlileri köy köy dolaşır, aileleri ikna edip hali vakti yerinde olmayan köy çocuklarını okula kaydederlermiş. Kız öğrenci bulmak daha zor olduğundan okula hevesli bir öğrenci olduğunda 'alırız ama köyünden bir de kız getireceksin onu da kaydedeceğiz' derlermiş.
Enstitülerde hiç boş vakit olmazmış, sürekli çeşitli işliklerde münavebeli çalışılırmış. Kendi esas zanaatı demircilik olmakla birlikte marangozluk, inşaatçılık da yan dersler olarak okutuluyormuş.
"Öğretmenleriniz okullu mu, yoksa alaylı mıydı?” diye sordum.
Okullular da varmış, ama iyi zanaatkarların yanında çalıştıkları da oluyormuş. Örneğin demircilik öğretmenleri o bölgenin en meşhur ustasıymış, ondan hem sıcak hem soğuk demircilik öğrenmiş.
“Öğrendikleriniz sonra işe yaradı mı?” diye sordum.
“Tabi hala kullanıyorum, geçenlerde yazlıkta komşunun fayansı düşmüş, bana geldi tamir ediver diye, marangozluğum da iyidir, kendi eşyalarımı yaparım. Bana sen nerden öğrendin bütün bu işleri becermeyi diye soruyor” dedi.
Okulun geniş tarlası, kaliteli hayvanları varmış . Öğrenciler sırayla birer hafta tarlada , hayvan bakımında, işliklerde çalışırlarmış.
“O savaş yıllarındaki kıtlığı biz hissetmedik, çünkü tarlamızı ektik, buğday kaldırdık, kendi ekmeğimizi yaptık” dedi.
Yaz tatilleri sadece 1 ay olurmuş.
Bir sene de her enstitüden 40-50 kişilik bir sınıf trenle Erzurum’a gidip orada çadırlarda kalarak Pulur Köy Enstitüsü’nün inşaatını yapmışlar.
Okulların kapatılma nedeni olarak kız erkek bir arada okunmasının sakıncalı olması gösterildiğinden okuldaki kız erkek ilişkilerini sordum.
"Hiç olmazdı öyle gönül şeyleri, o vakitler öyle şeyler yoktu, bilinmezdi. Kız- erkek, ırk, dil, para konuları yoktu o zaman. Kız arkadaşlarımızla el ele gezerdik, ne var bunda? Şimdi herkes öyle değil mi, biz 60 yıl önceden bugünleri görmüşüz” dedi.
Okullarını ziyarete hem İsmail Hakkı Tonguç, hem Hasan Ali Yücel hem de İsmet İnönü gelmiş.
Hasan Ali Yücel bir öğrencinin hatırını sorarken "Oğlum neden evine mektup yazmıyorsun bak anan baban merak etmişler diye” şaka yapmış.Bir daha öyle bir maarif vekili görmedi Türkiye dedi.
En son Aydın Ortaklar enstitüsüne gidip ziyaret etmiş, "Bina hala sapasağlam duruyor, ama kullanmıyorlar, camları kırılmış. Sapasağlam bina dururken yanına yeni okul binası yapmışlar" dedi.
İlk iki fotoğraf bu siteden