Perşembe, Şubat 26, 2009

tank




Bugün emekli bir assubaya ne zaman emekli olduğunu sordum.
"1980'de" dedi
"Darbeden önce mi sonra mı?" dedim
"Sonra oldum" dedi
"Darbe zamanında askerlik iyi bir pozisyon değil mi? Neden emekli oldunuz?" diye sordum
"Benim sınıfım tankçıydı, yazın sıcağı kışın soğuğu sırtımızdaydı, bıktım, günüm dolunca emekli oldum" dedi



"Tankların ısıtma soğutma sistemleri yok mu?" dedim
"Şimdi var! O zamankilerin kiminde vardı ama çalışmazdı" dedi
"Bu tanklar dizel mi oluyor, maksimum ne kadar sürat yapabiliyor?" dedim
"Benim kullandıklarım Alman malı benzinliydi, 120 mil yapabiliyordu" dedi
"Nasıl yani, bildiğimiz paletli tank saatte 180 kilometre sürat mi yapıyor!" diye hayret ettim



"Tankların motorları çok kuvvetlidir. 12 silindirli 560 beygirlik motor var üstünde. Bir normal sürat kolu vardır bir de hızlı kolu. Normalden hızlıya geçirince tankın zıpladığını hissedersin" dedi
"O kadar motor çok benzin yakıyordur herhalde, deposu ne kadar?" dedim
"Bir tonun üzerinde yakıt tankı vardır, sağlı sollu yerleştirilmiş. Ayrıca zaten muharebede birliklerin ardından yakıt tankerleri gelir" dedi

Salı, Şubat 24, 2009

sumatra'nın balıkları





Endonezya’nın Sumatra Adası’nda sürekli sahildeki barda oturup hiçbir şey yapmadan bira içen 60 yaşlarında bir Amerikalı dikkatimi çekti.
Tanışıp, denizden yakalattığı tropik balıkları Japonya’ya ihraç eden bir işadamı olduğunu öğrenince bu işe nasıl başladığını sordum.
Hindistan cevizi ağacından yer kaplaması yapmak amacıyla bu ülkeye gelmiş, 40 bin dolar harcadıktan sonra bunun mümkün olamayacağını anlamış, zira bunlar esas itibarıyla ağaç değil otmuş.
Daha sonra denizdeki renkli balıkları görünce aklına bu işi yapma fikri gelmiş.
Şimdi Siberut ve Metawai adalarının kıyılarından yakalattığı balıkları işleyip ihraç ediyormuş.


“Nasıl işliyorsunuz?” dedim
Önce kısa bir süre tatlı suda tutup dışında yer alan bakteri ve mantarların temizlenmesini sağlıyor, sonra ayrı havuzlarda 5 gün karantinada tutuyormuş. Bu dönemde balıklara hiç besin verilmiyor böylece barsakları da temizlenmiş oluyormuş. Bu süreyi hastalanamadan atlatan balıklar deniz suyu dolu torbalara yerleştirilip strafor kutular içinde uçakla ihraç ediliyormuş.
“Bizim yerinde 6,5 dolara verdiğimiz balık Japonya’da perakende 400 dolara satılıyor. Dünyada endemik olan(sadece burada bulunan) 5-6 çeşit balık var” dedi.



“Hükumet bu işe karışmıyor mu, belli türlere ya da dönemlere özgü avlanma yasağı yok mu?” diye sordum.
“Hayır iznimiz var, hiçbir kısıtlama yok. Bunların geldiği yerde milyonlarcası var” dedi.
“Peki bu balıklar her türlü deniz suyunda, örneğin akvaryuma Akdeniz suyu doldursak yaşar mı?” diye sordum



"Yaşar ama aklimatizasyon dediğimiz alıştırmanın yapılması gerekir. Yeni suyu azar azar değiştirmek gerekir, en az 2-3 saat sürmeli" dedi.
"Ne kadar kazanıyorsunuz bu işten?" dedim
"Geçen yıl net 100 grand (bir grand=bin dolar) kazandım" dedi.

Fotoğraflar Sumatra kıyılarından. İlki Palyaço, sonrakiler Aslan Balıkları.

Cuma, Şubat 20, 2009

yorgunluk





Bugün kilo alamama ve halsizlik yakınması ile 34 yaşında bir tekstil işçisi hanım başvurdu. Tahlilleri normal olduğundan ve daha önce başvuran hastalardan, işçilerin Emile Zola’nın Germinal romanına rahmet okutacak kadar ağır çalıştırıldıklarını bildiğimden çalışma şartlarını sordum.

Normalde haftada 6 gün sabah 8 akşam 18 30 olan çalışma saatleri iş yoğunluğu nedeniyle hep sarkıyor, fazla mesaiye kalması gerekiyormuş. Fazla mesaiden en erken 20 30 da bazen gece yarısı çıkıyormuş. Dün gece 22 30 da çıkıp eve gelip yemek yapmış, iki de çocuğu varmış. Bazen Pazar günleri de mesai oluyormuş. Pazar günlerini boş olursa nasıl geçirdiğini sordum,
"İş yapıyorum, evi temizliyorum, yemek yapıyorum, çocuklarla ilgileniyorum" dedi. Geçenlerde boş bir Pazar Fuar’a gitmişler, Konak’ta deniz kıyısında dolaşmışlar; çok iyi gelmiş.

Eşi de tekstilde çalışıyormuş, ancak o dış ülkelere sipariş yapan bir firmada olduğundan işi sürekli değilmiş, iş geldikçe çalışıyorlarmış. İkisi de çalışabilirlerse 440'ar YTL aylık alıyorlarmış. Fazla mesailer için de şimdiye kadar en fazla 100 YTL almış . 250 YTL ev kirası veriyorlar, hiç para arttıramıyorlarmış. Bazen fazla mesai parasını sıkışık günler için ayırıyor, ama o da hemen harcanıyormuş. Doğudaki köylerinden çocukları serseri olmasın, okusun diye altı yıl önce göçmüşler. Yakınmaları sadece yorgunluğa, fakirliğe ('Sütü benim de içmem lazım ama sadece çocuklarıma alabiliyorum' dedi) ve tükenmeye bağlı olduğundan, işini bırakmasını ya da daha az çalışmasını da öneremeyeceğimden moralini bozmamasını, en azından eşinin içmediğini, kendisine iyi davrandığını, sağlıklarının yerinde olduğunu, olumlu şeyler düşünmenin kendisini daha iyi hissettireceğini, gelecek günlerin daha güzel olacağını (kendim de pek inanamasam da) söyledim.


Maliye Bakanlığı vitaminlerin ödenmesini durdurduğundan reçete etmeyip, eşantiyonlardan bir kutu vitamin ve bir gün istirahat verdim.


EK: Arman Kırım'ın bu haftaki yazısı.(Hürriyet)

Perşembe, Şubat 19, 2009

pişmanlık







Bugün, sabaha karşı uyanma, mide yanması, ve huzursuzluk hissiyle Dimetoka'lı yaşlı bir amca başvurdu. Kimliğinde Dimetoka'yı görünce Yunanistan'dan mı göçtüğünü sordum. Çanakkale'liymiş. Çanakkale'ye bağlı Gümüşçay beldesinin eski adı Dimetoka imiş. Amcanın anlattığına göre, bölgede yaşayan Dime ve Toka adında iki gavur el sıkışmışlar buranın adı Dimetoka olsun demişler, öyle kalmış. Yunanistan'daki ilçe, buradaki kasabaymış.
Amcanın yakınmaları geçen yıl eşini kaybettikten sonra başlamış. Eşinin neden vefat ettiğini sordum. Doktor hatasından ölmüş, ama amcaya göre
'vadesi dolduğundan Allah doktorları aracı göndermiş'.
Eşi gençliğinde narkozsuz apandisit ameliyatı olduğundan doktorlardan çok korkarmış, 65 yaşına kadar bir kez bacak kırılması dışında hiç doktora gitmemiş. Bir akşam yemekte göğsüm ağrıyor demiş. Hastaneye gidelim teklifini reddetmiş, çok inatçıymış. Gece amca bakmış teyze mantosunu kapmış, hadi gidelim diyor, acil servise gitmişler. Yapılan tahliller sonucu safra kesesinde taş çıkmış. Ameliyat önermişler, teyze tabi ki razı gelmemiş. Kapalı ameliyat için üniversiteye sevk etmişler, bir hafta sonrasına gün verilmiş, bu arada ağrısı da kalmamış.
Amca 'O bir hafta boyunca ne biz, ne eve gelenler; basiretimiz bağlandı, ağrın sızın yok niye ameliyat oluyorsun diyemedik' diye hayıflanıyordu. Ameliyat günü teyzeyi hastaneye götürmüşler,
'taşımaktan yorulduğu çimento çuvalını omzundan indirir gibi' ameliyathaneye bırakmışlar. Ameliyatta gelişen komplikasyonlar sonucu safra kesesi perforasyonundan (delinmesinden) teyze yoğun bakıma alınmış, 4 gün sonra da vefat etmiş.

Pek çok tahlil yaptırıp verilen ilaçlardan bir fayda sağlamadığını görünce yakınmasının pişmanlık duygularından kaynaklanan somatizasyon bozukluğu olduğunu düşündüm.
Daha önce de kendisine verilen ancak ağır geldi diye kullanmadığı Lustral tablete 1 x 1/2 olarak devam etmesini önerdim, ve uykusunu düzenlemek için Nervium 5 mg 1 x 1 reçete ettim.

Çarşamba, Şubat 18, 2009

kaçak hac




Bugün annesinin ilaçlarını yazdırmaya gelen yaşlıca bir hanım hangi ilaçların bittiğini tam bilmediğini, çünkü yeni geldiğini söyleyince nereden geldiğini sordum.
‘Hacdan geldim’ dedi.
‘Hac daha başlamadı ki’ deyince anlattı:
Üç ay önce Ramazan Bayramında umreye gitmişler, o zamandan beri Suudi Arabistan’da kaçak olarak kalıyorlarmış. Üç yıl boyunca hac kontenjanı dolu olduğundan bu yola başvurmuşlar. Kişi başı 3000 YTL ödeyerek bir tur şirketi ile anlaşmışlar. Fiyata yemek dahil değilmiş. Mekke’de ve Medine’de kalmışlar. İki katlı 14 odalı müstakil bir evde 55 kişiymişler. Beylerle hanımlar ayrı odalarda kalıyorlarmış. Yemekleri de sırayla yapıyorlarmış. Dışarı çarşıya alışverişe çıkacakları zaman arap gibi görünmek için kara çarşafa girip peçe takıyorlarmış. Araplar Türkleri hiç sevmiyorlarmış. 700 yıl onları idare ettiğimiz içinmiş. Günleri hep zikirli, dolu dolu geçmiş. Medine’de Peygamberimizin kabrinin bulunduğu Mescid-i Nebi’ yi ziyaret edip gece orada yatmışlar. Hava sıcak olduğundan herkes mescidin etrafında yatıyor, sabah kalkıp ibadetini yapıyormuş.


Yakalanmaları şikayet üzerine olmuş. Başka bir Türk acentası kendi müşterileri yakalanıp sınırdışı edilince hasetinden bunları şikayet etmiş. Ayrıca Suudi Kralının yeni bir uygulamasıyla bir kaçak yakalatana 1000 riyal (500 YTL) ödül veriliyormuş. Gruplarını şikayet eden 25 000 YTL ödül kazanmış. Polis kapıya gelmiş, eşyalarınızı toplayın sınırdışı edeceğiz demiş. Dört gün Riyad’da hapishanede kalmışlar. Hapishane çevresi dikenli telle çevrili bir dam altıymış, her milletten 500 den fazla mahkum varmış. Yatacak yer yokmuş, betonun üzerine satıcılardan temin ettikleri kartonu serip yatmışlar. Yemek üç öğün çıkıyormuş ama tabak kaşık vermemişler, koca bir kazan yemeği ortaya koyup gidiyorlarmış.
Başka milletten olanlar kazanın başına üşüşüyor, ellerini pilava daldırıp avuçluyorlar, sulu yemekleri giysilerinin önüne dolduruyorlarmış. Bizimkiler dört gün aç kalmışlar. Tel örgünün dışına gelen satıcılardan bisküvit su almışlar onunla idare etmişler.


Riyad’dan sınır dışı edilecekleri zaman çantalarının olduğu yere götürüp eşyalarını göstermelerini istemişler. Kıyafetlerini geri alabilmişler ama oradan aldıkları video kamera görüntülü telefon gibi kıymetli malları kaybolmuş, bulamamışlar.
Uçak için para istememişler.

Salı, Şubat 17, 2009

titizlik hastalığı





Dün uykusuzluk yakınması ile orta yaşlı bir hanım başvurdu. Ellerinde egzemayı görünce temizilikle arasının nasıl olduğunu sordum. ‘Aa, çok severiz temizliği, klorağı’ dedi. Beş kız kardeşlermiş. Hepsi de çok titizmiş. Esas anneleri titizmiş, ama onun temizlik yapacak hali kalmamış. Haftada iki kez camları silerlermiş. Dışardan gelince giysiler eve girmeden kapıda çıkarılır, doğru duşa girilirmiş. Bu adet büyük ablalarının bir gün eve geldiğinde ‘Aman otobüs çok pisti, koltuklara oturmayayım da bir duş alayım ‘ demesiyle başlamış ve yıllardır sürüyormuş. Eşleri de aynı şekilde davranıyormuş.
Misafiri çok severlermiş, ama gittikten sonra duvarlar dahil bütün evi silerlermiş.
Eşinin bu durum karşısında ne dediğini sordum; bütün kardeşlerin kocaları çok uysalmış, genelde itiraz etmiyorlar ama arada sırada çileden çıkıp bağırıyorlarmış. Kız kardeşler de o zaman hiç seslerini çıkarmıyormuş, 'Ne de olsa erkek arada bağıracak tabi’ dedi.
Depresif bulguları da olduğundan Faverin 50mg 1x1 ve anksiyetesi ve uykusuzluğu için de Xanax 0.5 mg 2x1/2 yazdım.
Ek: Hastanın annesi bir süre sonra muayeneye geldiğinde, kızının ilaçları kullanıp kullanmadığını sordum. Bir süre kullandıktan sonra 'temizlik hevesimi azaltıyor' diye bırakmış.

Pazartesi, Şubat 16, 2009

tokat


Bu hafta tatildeyim , ancak bu kez gazetecilerden esinlenerek eski yazılarımdan bazılarını tekrar yayınlamaya karar verdim



Geçen hafta ultrason randevularını bitirip odadan çıkmak üzereydim ki randevularına 1,5 saat geç kalan iyi giyimli iki gebe kardeş soluk soluğa geldi. Birbirlerini izleyip izleyemeyeceklerini sordular, izin verdim. Küçük kardeşi incelerken 'Aranızda kaç yaş var?' diye sordum. 'Bilmiyorum' dedi.
'Nasıl bilmiyorsun, kaç yıldır merak etmediniz mi?' diye şaşırdım.
Ablası arkamda hesapladı:
'Ben 25, O 22 olduğuna göre üç yaş fark var' dedi.
Kardeşi 'Benim okumam yazmam yok da' diye ekledi. Nerede büyüdüğünü sordum. İzmir'de büyümüş, ama okuldan hep kaçarmış.
Ablası 'Öğretmenler gelsin diye hep benimle haber gönderirlerdi' dedi.
Sırası gelince ablanın tahsilini sordum. Orta ikiden terkmiş. Neden randevuya geç kaldıklarını sordum.
'Benim okumam var ama ben de saati bilmem' dedi. Sahiden kollarında saat yoktu. İzmir'de onların yaşında okuma yazma bilmeyen insan gördüğüme çok şaşırdığımı söyledim.
"Biz doğuluyuz ya ondan" dedi.
'Nerelisiniz?' diye sordum.
'Tokat'lıyız' dedi.
'Tokat doğuda mı?' dedim.
'Ben de bilmiyorum nerede?' dedi.




Perşembe, Şubat 12, 2009

libya




Bugün Libya'da çalışan bir mühendis öksürük yakınması ile başvurdu.
Ben Libya'da iş yapan Türk Firması kalmadı sanıyordum" dedim
"Anlaşmazlıklar çözüldü, döndük geriye. Şimdi o kadar çok Türk var ki, her an sokkata Türkçe duyuyorsunuz" dedi
"Turizm var mı orada, denize giriliyor mu?" diye sordum
"Yeni başladılar turizme, denize girmek de yeni serbest kalmış, daha önce İtalya'ya kaçarlar diye yasakmış. Lüks oteller yapıldı, onların plajları var, Gılgariş diye yabancıların plajı var, orada sadece yabancılar bulunuyor, kafe falan var. Dubai olmaya çalışıyorlar heryerde gökdelen inşaatları sürüyor. Güzel Bizans kalıntıları, eski İtalyan mimarisi ile yapılmış binalar var" dedi.


"Hayat nasıl, pahalı mı?" dedim
"Çok ucuz, fiyatlar buranın onda biri. Benzin çok ucuz, her yere taksiyle gidiyorsun. 100 kilometrelik yol 10 lira tutuyor. Su parasız ama içilecek gibi değil, deniz suyu, içersen şişiriyor" dedi
"Alkol serbest mi?" diye sordum
"Açıkta satılmıyor ama lüks otellerin barlarında var. Biz de karaborsadan her türlü içkiyi bulabiliyoruz, genelde kasaplar satıyor. Gümrükten içki sokmak yasak, açıp kokluyorlar, alkollüyse alıkoyuyorlar" dedi


"Peki güvenli bir yer mi? Türkiye'den hangi şirket uçuyor?" dedim
"THY hergün uçuyor, o kadar çok talep var ki, berberi, işçisi turist vizesi alıp çalışmaya gidiyor. Ucuz olarak da Burak Air var" dedi.
"Vize istiyor yani" dedim
"Evet ama her isteyene veriyorlar" dedi

Öksürüğü için Theraflu fort yazdım ve sigarayı bırakmasını, ciğerlerinin ona bir şey söylemek istediğini söyledim.

Çarşamba, Şubat 11, 2009

motosiklet




Bugün kalçasında ağrı ile başvuran bir yöneticiye ağrısının ne zaman başladığını sorunca “Geçen ay motosikletten düştüm, ondan sonra başladı” dedi
“Nasıl düştünüz?” dedim
“Ben aslında gold sertifikalı bir sürücüyüm, lastikçinin kurbanı oldum. Lastiğin önünü arkasını karıştırıp canta ters takmış. Kanallar ters yöne bakınca da yol tutuşu azalmış, kaydım düştüm. Allah'tan kıyafetlerim kaliteliydi, zamanında 1200 euro verdim ama helal olsun, 250 kiloluk motordan 70 kilometre süratle düştükten sonra hemen ayağa kalktım, yürüdüm” dedi.



“Gold sertifika nedir?” dedim
"IAM denen ileri motosiklet organizasyonununca oluşturulmuş bir sertifikasyon sistemi. Bronz eksiden başlayıp, gold plus’a kadar gidiyor. Daha ileri eğitimleri de alınca motorsiklet eğitmeni olabiliyorsunuz” dedi
“Motosiklet eğitmenliği muteber bir meslek midir?” diye sordum
“Olmaz mı? Bakın geçen haftasonu Datça’ya eğitim sürüşü yaptık. Benzinini, yemeni içmeni kendin karşıladığın gibi kişi başı eğitim ücreti 350 liraydı, grupta 10 kişi vardı. Hava güzel olur da ayda 4 eğitim turu yaparsan siz hesaplayın, vergisi algısı yok , mis gibi para” dedi
“Datça’ya eğitim sürüşü nasıl oluyor, anlayamadım” dedim
“10 kişilik gruptan birisi öne geçiyor, arkasında eğitmen, onun arkasında da grup önceden belirlenmiş 20-25 kilometrelik bir parkuru geçtikten sonra durulup hep beraber konuşuluyor. Eğitmen önde gidenin hatalarını söylüyor, nasıl düzeltilebileceğini, anlatıyor, diğerleri de bu konuşmayı dinleyip kendilerine pay çıkartıyorlar. Yol boyunca herkes sırayla öne geçip eleştiriliyor” dedi


“Bu eğitimler motorun cinsine göre değişiyor mu, sizinki ne tip?” diye sordum
“Hayır burada teknik öğretiliyor, benim motorum enduro, yeni aldım, yol bilgisayarı arabamdakinden fazla veri içeriyor. Mesela süspansiyonların sertliğini otomatik ayarlıyor. İki kişi bineceksen ekranda iki kask çıkana kadar basıyorsun, motor yükseliyor, bagaj varsa ona da basıyorsun, hepsini kendi ayarlıyor” dedi
“En fazla kaç kask çıkıyor, ben bazen bir motora binmiş 5 kişilik aile görüyorum da” dedim


Gülerek;
“Zaten bu, benim geniş zaman bulursam yapmayı planladığım bir projem. Yolda gördüğüm acayip motora biniş şekillerini fotoğraflayıp sergi açacağım. Yolda o kadar garip şeyler görüyoruz ki, adam kaskı tepesine koymuş, şeritleri yandan sarkıyor, arkaya da kocaman bir çuval yüklemiş, bir kol arkada çuvalı tutuyor, bir elle motoru sürüyor, inanılmaz bir şey.


Şahsen ben, yıllardır motor kullanıyorum, bu kadar eğitim aldım onun yaptığını beceremem” dedi

Daha önce filmleri normal olduğundan Etodolak 400 mg 2x1 tok yazdım.

İlk fotoğraf
Dr. Gökhan Uçar'dan, Mardin, Savur, Serenli Köyü


Pazartesi, Şubat 09, 2009

otomatik pilot



Bugün bir Airbus pilotu annesinin ilaçlarını yazdırmak için başvurdu.
“Gazetede okuduğuma göre yeni alınan lüks Boeing 777 lerde Amerikalı pilotlar uçuyormuş, öyle mi?” dedim
“O uçaklar ilk altı ay mürettebatı ile Jet Airays diye bir Hint firmasından kiralandı, ama pilotlar her milletten olbilir. Bizim pilotlar İngiltere’de eğitime gidecekler, sonra devralacağız” dedi


“Airbus’la Boeing’in kullanımında sizin açınızdan fark var mı?” diye sordum

“777 ler benim kullandığım uçaktan 80-90 ton ağır başka farkı yok” dedi
”Uçağı piste indirirken bazen hiç indiğin hissedilmiyor, bazen de çok sert çarpıyor. Yumuşak inmek için ne yapıyorsunuz? Tam lastikler değeceği anda uçağı biraz kaldırıyor musunuz?” dedim
“Evet, ama iniş hava şartlarına ve piste de bağlıdır. Yağışlı havalarda ıslak piste sert inmek daha güvenlidir, ilk anda lastiklerin kavrayışı tam olur, kaymaz”
dedi

“Otomatik pilotla inerken de uçak aynı şekilde tam değeceği anda biraz yükseliyor mu?” dedim
“Evet, ama otomatik pilotla inmek için üç şartın yerine gelmesi lazım. Bir uçakta, iki havaalanında bu sistem bulunacak, üç iki pilot da bunun eğitimini almış olacak”
dedi


“Kalkış da yapabiliyor mu otomatik pilot” diye sordum

“Hayır sadece uçuş ve iniş yapabilir, kalkış mutlaka manuel yapılır, 100 metre yükseldikten sonra istersen düğmesine basıp otomatiğe geçebilirsin”
dedi

“Yani diyelim Amerika’ya uçarken uçağı kaldırıp otomatik pilota aldın, 10 saat boş mu oturuyorsunuz?” dedim

“Hayır sürekli gözlüyorsun, telsiz konuşmaları yapıyorsun, bazen önceden yüklü rotanın değiştirilmesi gerekebilir, gerekli ayarları yapıyorsun” dedi


“Ayda kaç saat uçuyorsunuz?” diye sordum
“50 ile 100 saat arasında değşiyor, 70 saatin üzerinde uçarsak fazla mesai alıyoruz”
dedi

“Yani siz ayda kıtalar arası 2-3 uçuş yapınca aylık çalışmanızı yapmış oluyorsunuz.
Ne kadar oluyor fazla mesai, bir de sakıncası yoksa 70 saate kadar olan ücretiniz ne kadar merak ettim” dedim
“Fix ücret 16 bin lira, 10 saatlik ekstra uçuş için de 1500 lira falan ödeniyor”
dedi



Fotoğraflar
THY nin kiraladığı Boeing 777 ER300 ve Airbus 380.
Plajın üzerinden inilen havaalanı ise Karayiplerdeki St Martin adasında

Perşembe, Şubat 05, 2009

7 Ağustos 1964





Bugün kan tahlili için başvuran bir hastanın kaydını yaparken doğum yerinin Baf olduğunu görünce
“Kıbrıslısınız” dedim
“Evet, şimdi Güney Kıbrıs’ta kalan Baf’ta doğdum, büyüdüm” dedi
“Kıbrıs olaylarında orada mıydınız?” diye sordum
“Evet, öncesinde İstanbul’da üniversite okuyordum. 1963 te binbaşı ve alesi öldürülünce Genelkurmay'a başvurduk, bizi adaya gönderin, halkımızı savunmak istiyoruz dedik. Bize bugünşerde meşhur olan Zir Vadisi’nde 1 ay eğitim verdiler. Pusu kurma, silah, tahrip kalıbı kullanma herşeyi öğretiler. Başımızdaki subay ‘Biz bu eğitimi aslında 1 yılda veriyoruz, size sıkıştırılmış program uyguladık’ dedi.


Sonra adaya çıktık, bir sene savaştık. Biz 300’ü üniversite öğrencisi, kalanı sivil 615 kişi idik. Erenköy'de karşımızda 12 bin kişilik Rum Ordusu vardı. Karşı tarafa 2000 kişi zayiat verdirdik, biz 18 kişi kaybettik. Sonra 10 000 kişilik başka bir zırhlı birlik geldi, tam hepimizi ezeceklerdi, O zamanki Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in meclis kararı olmadan inisiyatif kullanması ile uçaklar geldi, bizi kurtardı.
Cengiz Topel de o sırada şehit oldu.



O yüzden biz 7 Ağustos 1964 ü doğum günümüz saydık. Karşımızdaki rumlar bizi çok kalabalık sanıyorlarmış, sonradan konuştuğum biri biz sizin o kadar adam olduğunuzu bilsek idrarla, tükürükle boğardık’ dedi " dedi.

Cengiz Topel'in fotoğrafları ve olay hakkında ayrıntılı bilgi bu sitede

Salı, Şubat 03, 2009

çelik







Bugün ilaç yazdırmaya gelen bir hastaya ne iş yaptığını sordum.
"Metal mühendisiyim, çelik endüstrisinde çalıtım” dedi “Çelik nedir?” dedim
“Demir artı karbona çelik denir”
dedi
"Demirde karbon yok mu?” diye sordum

“Saf altın olmayacağı gibi saf demir de yoktur ama içindeki eser miktardaki karbon onu çelik yapmaz. Binde 2 den yüzde 2 ye kadar oranlardaki karbonlu demire çelik denir. Yüzde 2 nin üzerine çıktığında pik(pick) ya da döküm demir denir, kaloriferler falan yapılır. Çok gevrektir kolay kırılır” dedi
"Çeliğe su vermek nedir?” dedim

“Şimdi metalerin yapısı kristalizedir. Demir molekülleri kare şeklindedir. Bu karenin köşelerinde ve ortasında birer demir atomu, demir atomlarının arasında da daha küçük olan karbon atomları yer alır.


Demiri 900 santigrata kadar ısıtınca köşelerdeki demir atomları kenarlara gelir, eğer yavaşça soğursa atomlar tekrar köşelere döner. Bu sıcaklıktaki çeliği aniden soğutursanız atomlar köşeye dönemez ve ortada bir yerde sıkışır. O zaman küp şeklindeki kristal uzar diktörtgenler prizmasına döner ve kendi etrafında çarpılır. Bu molekül yapısı çeliğe sertliğini verir. Ayrıca molibden, vandalyum, kalay gibi elementler de katılarak çeliğe değişik özellikler verilir. Örneğin molibden ısının eşit dağılımını sağlamaya yarar. Molibden katmazsan sadece dışı sertleşir, ortası yavaş soğuduğundan yumuşak kalır“
dedi
"Peki tekrar ısıtırsak ve kendi halinde soğumaya bırakırsak ne olur?” dedim

“O zaman tekrar demir olur”
dedi
"Paslanmaz çeliği de merak ediyorum ama bugün hasta çok onu da bir dahaki sefer konuşalım" dedim

İkinci resim Belçika'da demir molekülünün bir milyar kez büyütülmüş halini simgeleyen heykel

Pazar, Şubat 01, 2009

aydın tarihi




Haftasonu Aydın çevresinde dolaşırken yörenin tarihi hakında epey şey öğrendim:
Umurlu ilçesinde gördüğümüz bir tabelayı takip ederek daha önce adını hiç duymadığımız, yoldan 5 kilometre içerdeki Çayyüzü Şehitliğine ulaştık.
Şehitliğin etrafı adeta bir mesire yeri gibi düzenlenmiş, piknik masaları yapılmıştı ve epey insan vadı. Arkadaki binalarda yere oturmuş hep beraber yemek yiyen bir grup “Buyrun yemek yer misiniz” diye sorunca,
“Bu ne yemeği, burada ne oluyor?” diye sordum
Yemek teklif eden kadın “Şehitler için hayır yapıyoruz, buyrun siz yemek alın, ben buralarla ilgilenen bir adam var onu çağırayım” dedi
Biraz sonra emekli bir öğretmen olan Sabahattin Burhan ile tanıştık.
Kendisini sözlü tarihi belgelemeye adamış olan bu edebiyat öğretmeni bize kimbilir kaç yüz kere anlattığı öyküleri hiç sıkılmadan tekrar anlattı. Bu bölgede Yunan işgali sırasında ilk direnişi başlatan Yörük Ali Efe’nin kızanlarından, ve köylülerden 1960’larda dinlediğine göre bu şehitliğin bulunduğu yerde köylülerin oluşturduğu Milli Aydın Alayı’ndan 7 genç bir top mermisinin üzerlerinde patlamasıyla parçalanarak şehit olmuşlar. Bunu gören subayları teğmen “ Böyle olmaz, parçaları toplayıp namazını kılıp defnedelim” demiş ve aşağıdan 7 siyah kıl çuval getirtip tepeye yayılan parçaları toplatmış. Toplayanların anlattıklarına göre ağaçların tepesinden değnekle vurarak düşürdükleri parçaları bir zeytin ağacının altına defnetmişler, daha sonra da kendi bütçelerinden yaptırdıkları mermer bir anıtla bu bölgenin , Sabahattin Bey’in iddiasına göre Kurtuluş Savaşının, ilk şehitliğini oluşturmuşlar.


Dinlediği hikayeleri kitaplaştıran Sabahattin Bey’in şahsi katkılarıyla şehitlik 1997 de restore edilip törenle açılmış.
Restorasyon sırasında kazdıkları bir mezardan aynen kızanın anlattığı ağzı büzülüp bağlanmış siyah torbaya 80 yıl sonra ulaşmışlar. Torbanın içinde kemiklerin yanı sıra sanki fabrikadan yeni çıkmış gibi pırıl pırıl olan, üzerinde eski yazı bulunan bir mavzer mermisi de çıkmış. Hazır bulunan subaylardan birsi bu mermiyi hatıra olarak almış.
“Peki bu hayır işi nedir?” dedim
“O zamandan beri isteyenlerin katkısı ile her ayın ilk ve üçüncü Pazar günü burada yemek pişirip dağıtyoruz, ben de her seferinde geliyorum. Kimi zaman bir kişi üstleniyor, kimi zaman pirinci birisi, yağı birisi alıyor” dedi
O sırada yanımıza gelen, elinde kağıt kalemli birisi, “Cüz dağıtıyorum, ister misiniz?” dedi
“Cüz dağıtmak nedir?” dedim
Sabahattin Bey “Hayıra gelenlerden isteyenlere Kuran-ı Kerim’den birer cüz dağıtılıyor, 15 gün içinde üstlenilen cüz’ü okuyan veya para mukabilinde okutanlar sayesinde bir hatim tamamlanmış oluyor” dedi


Yola devam edip Atça’ya geldiğimizde ise Osmanlı devrinde toplanan vergilere karşı bir halk ayaklanmasının önderliğini yapan Atçalı Kel Mehmet Efe’nin anıtı ile karşılaştık.
Altındaki kitabede

“su elin

çeşme elin
tekne* Atçalı Kel’in”
yazıyordu

*suyun toplandığı yer

Fotoğraflar yaşlılığında Yörük Ali Efe