Salı, Aralık 30, 2008

tunceli





Bugün kalsiyum preparatı yazdırmaya gelen bir hanıma niçin bu ilacı kullandığını sordum. “Kemik erimesi başlangıcı varmış bende” dedi.
Anlayacak gibi bir hanım olduğundan, eğer normal miktarda süt ve süt ürünlerini tüketiyorsa dışardan ekstra kalsiyum almasına gerek olmadığını, zaten bu ilaçların da saf kalsiyum içermediğini, Maliye Bakanlığı sadece D vitamini içeren kalsiyum preparatlarını ödediğinden mecburen onların yazıldığını, D vitamininin ciltte güneş ışınları vasıtasıyla sentezlendiğini,
eğer çarşafla gezmiyorsa, hele bizim ülkemiz gibi güneşli bir ülkede D vitamini eksikliğinin gelişmeyeceğini, D vitamini yağda eriyen vitaminlerden olduğundan fazlasının vücuttan kolay atılamayacağını, esasen bu kemik erimesi hastalığının da bir nevi ilaç şirketleri tarafından üretilmiş hastalık olduğunu anlattım. Hasta ikna oldu,
“Peki yazmayalım o zaman . Bizim köyde herkes süt içerdi, hiç böyle hastalık da yoktu zaten” dedi.
Köyünün neresi olduğunu sordum, Tunceli’nin köylerindenmiş. Hayat orada gittikçe zorlaştığından on yıl önce İzmir’e göçmek zorunda kalmışlar.
“Ne zorluklar vardı?” diye sordum.
“Hem terör örgütü, hem devlet iki yandan sıkıyordu o zaman” dedi, “Açık bakkal yoktu, çocukları okula gönderemiyorduk.”


Köyleri ve çevre köyler hep aleviymiş .
“Orada da cemevleri var mı?” diye sordum.
“Yok” dedi, “Olmadığı gibi 12 Eylül döneminde Kenan Evren bizim oradaki bütün köylere cami yaptırdı, hepsine imam atadı. Köyde cemaat yok, cami var, imam var. E nooldu, camileri saman ekin deposu yaptılar, yazık oldu dökülen paralara. İlçe merkezinde bir cami vardı zaten, biz karışmayız isteyen gider isteyen gitmez, ama bizim köyde hiç giden yoktu.”

Fotoğraflar Tunceli

Pazartesi, Aralık 29, 2008

arap





Bugün köşedeki fotoğrafçı ilaç yazdırmaya geldi.

“Nasıl gidiyor işler” diye sordum
“Kapattık dükkanı, bu dijital makineler bizim işi öldürdü” dedi ve ekledi “Adam bir tane diital fotoğrafını bastırmaya geliyor, tamam basalım da bir fotoğraf için makine açılmaz ki, bunun ilacı var, gideri var”
"Kaç yıldır yapıyordunuzu bu işi?” dedim
“40 yıldır fotoğrafçıyım. Esas sanat siyah beyazdaydı. Renkli fotoğraf çıktı sanatı öldürdü” dedi
“Siyah beyazda rötuşu nasıl yapıyordunuz?” diye sordum.
“Eskiden rötuş yapmak ustalık isterdi, şimdi çocuğa fotoşap öğret yapıyor” dedi



“Sivilceleri nasıl yok ediyordunuz?” dedim

“Yurt dışından gelen çok yumuşak uçlu kurşun kalemler vardı, HB, 2HB, 3HB diye gider. Normal yazı yazamazsın ama ucu öyle ince açılır, hatta bir de sıfır numara zımparayla ayrıca inceltilir. Sonra yüzdeki lekelere, yüz hatlarına onunla müdahele edersin. Kimisi noktanokta yapar, kimisi zincirleme yapar, kimisi de çizgi çeker. “ dedi
“Sivilceleri silmek için üzerini kurşun kalemle mi boyuyordunuz” dedim


“Evet bizim arap tabir ettiğimiz filmde siyaha boyadığın yer beyaz çıkar. Marifet sivilceyi boyarken oradaki tonu tutturmakta” dedi


Çarşamba, Aralık 24, 2008

kar macerası



Bugün gençten bir kuyumcu öksürük yakınmasıyla geldi.
Muayenesinde bronşit saptadığımdan,
"Ciddi üşütmüşsünüz" dedim
"Bayram tatilinde dağ başında kara tipiye yakalandık Doktor Bey, ne maceralar yaşadık" dedi ve başından geçen çok gülünçlü bir yol hikayesi anlattı:
Yeni aldığı son model BMW arabası ile manzarası güzel diye duyduğu Tavas-Cankurtaran üzerinden Antalya’ya tatile gitmeye karar vermişler.
Aşağıda pırıl pırıl olan hava daha tepeye varmadan bozmuş, tipi başlamış. Zinciri de olmayan hasta bir süre sonra ne ileriye, ne geriye gidemeyip patinaj yapmaya başlayınca, araba çalışır vaziyette kaloriferi yakarak ıssız yolda beklemeye başlamış. Bir süre sonra taa uzaklardan motorunu yırtarak gelen, kıçı yere değecek gibi oturmuş bir Murat 124 görünmüş. Gelmiş, gelmiş tam yanında durmuş. Arabadan inen kukuletalı, yelekli yaşlıca bir adam direk
”Zincir lazım mı abi?” demiş.


Hastam sevincinden uçacak gibi olmuş,
“Lazım! Tak hemen, ne kadar?” demiş.
Adam 250 lira istemiş. (Normalde bir takım zincir 40-5o liraymış) Yaşlı adam aşağıdaki köyde demirciymiş, her kar yağdığından bagajı zincirle doldurup böyle yolda kalanları söğüşlemeye çıkarmış. Al takke ver külah 150 liraya anlaşmışlar.

Adam “Yalnız para peşin, bir de ben takmam, ya kendin takarsın, ya da çırağa 50 lira daha ver taksın” demiş.
Hastam tak vercem diye çok ısrar ettiyse de "Abi biz çok gördük zinciri taktırıp para vermeden kaçanları" demiş, 200 lirayı almış, ancak en büyük zincir bile hastanın yeni aldığı BMW'nin 17 inçlik jantlarına olmamış.
Demirci "Abi bu kaç jant böyle, buna 50 NC zinciri lazım" deyip, kalın güzel bir zincir çıkartmış.


Hasta yeni çıkan zinciri çok beğenmiş, ilki gibi dandik de değilmiş, ama adam
"Yalnız bunun fiyatı 500 lira, 250 lira daha vereceksin" demiş.

Kavga döğüş 150 lira daha vermiş, çırak çocuk bir tekere zinciri takmış.
Öbür taraftakine de takmasını isteyip de demirci “Abi o zaman bir 500 daha vereceksin” deyince hastam çıldırmış, ruhsatlı silahını çekmiş, fakat demirci pes etmemiş, peşin 150 lirayı almadan diğer tekere zincir takmamış.
Zicirleri taktırdıktan sonra dağı tırmanmış, aşağı inerken kendisi gibi yolda kalanlara eliyle imalı bir işaret yaparak, 'merak etmeyin zincirci geliyor' demiş.

Aşağıda kar bitince zincir ses yapmaya başladığından yolda bir benzinliğe girip çıkartmak istemiş, çıkartamamış. Oradaki bir demirciye de 20 lira verip çıkarttırmak istemiş ama zincircinin çırağı silah zoruyla taktığı ikinci zinciri öyle bir bağlamış ki açmak imkansız olduğu gibi kesmek için de tekerleği, bunun için de jant kapağını sökmek gerekiyormuş. Kanırta kanırta sıfır arabanın jant kapağını yamultmuşlar, çıkmamış.
Kapak çizilip yamuldukça hastanın içi gidiyormuş.

Demirci: "Abi ben bunu canavarla keserim ama lastik de kesilebilir karışmam" demiş.

Hasta sıfır lastiğinin de kesileceğini duyunca:
“Bırak demiş, tak öbür zinciri de, ben tekrar dağa gidip o adamı bulacağım”
Eşi engel olmuş, benzincinin mobiletini almaya kalkmış bırakmamışlar.
Döndükten sonra zinciri yağlayıp dükkanının bodrumuna koymuş.
Bir müşterisi geçen gün Bolu’ya gideceği için 'Sende zincir var mı?' diye sorunca çırağına "Getir oğlum bodrumdaki zinciri" demiş.
Müşterisi illa da 'Kaça aldıysan vereyim, ne olacak söyle, 20-30 lira bir şey değil mi' deyince acı acı gülüp:
"Boşver abi, hediyem olsun” demiş.


Fotograflar Bolu Gölcük Yaylası

Salı, Aralık 23, 2008

sobe




Bundan tam bir sene önce sobelenmiştim, hazır iznime devam ederken yanıtlayayım bir değişiklik olsun dedim:

1- Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?
Blog yazmaya ilk seyahat anılarımla başladım. Seyahat dönüşerinde anlattığım hikayeleri yazmam gerektiğini söyleyen o zamanki başasistanım, arkadaşlarım bunda etkili oldu. Daha sonra hastalarla sohbet ettikçe öğrendiklerimi, sevdiklerimle paylaştığım ilginç şeyleri, kamuya açık, ancak anonim kalarak yazma fikri aklıma geldi ve bu ikinci bloğumu açtım.
Bu blogda esas mesleğim olan hekimlik dahilinde halk sağlığını korumaya yönelik bilgiler vermeye ve mesleğimin gerektirdiği objektif duruşu sergilemeye de özen gösteriyorum.

Daha sonra bir kaç tematik blog daha yazdım, devam ettim ama ilk göz ağrım seyahat bloğumdur, en çok onu severim, ve en gerçek ben oradakidir.

2- Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?
Evet, nedense belli bir tema ve şablon içinde kalmaya özen gösteriyorum, bir nev’i kolleksiyonculuk denebilir.

Kişisel idolüm olan Aziz Nesin bir mektubunda “Bir şeyden iki tane olunca elimde olmadan koleksiyonunu yapmaya başlıyorum” diyordu, benzer bir durum herhalde.


3- Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?
Evet, bazen öğle tatilimden, hatta yemek yemekten feragat ediyorum

4- Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
Hayır, eğlenmesem yazmam.
Ayrıca yazılara resim ve müzik ararken pek çok ilginç siteyle ve yeni müziklerle tanışıyorum.

5- Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?
Yazmaktan zevk aldığım sürece.

Cuma, Aralık 19, 2008

brezilya ssk'si




Yillik iznimi gecirdigim Brezilya'da tanistigim bir kanser hastasindan bizim yerden yere vurdugumuz sigorta sistemimizin buradakinin yaninda sutten cikmis ak kasik kaldigini ogrendim:

42 yasindaki hasta 18 yasindan beri kendisi ve cocugu icin ayda 350 ser liraya denk gelen miktarda ozel sigorta primi odedigi halde meme kanserine yakalaninca sigortä sirketi "ämeliyat olmasaniz da olur, kemoterapi almaniz sart degil" gibi laflarla isi yokusa surmus ancak hastanin ablasi avukat ve abisi de doktor olunca dava acmakla tehdit ederek tedavisinin karsilanmasini saglamis. Yine de plastik cerrahi masraf'larini ve bir yil surekli kullanmak zorunda oldugu oldukca pahali kanser ilaclarini hala cebinden oduyormus.
"Ozel sigortaniz olmasaydi ne olacakti?"diye sordum
"Ozel sigortasi olmayan meme kanseri hastalarina 3 yil sonraya ameliyat gunu verdikleri oluyor, zaten devlet hastanelerinde doktora ulasip muayene olmak imkansiz" dedi
"Äcil durumlarda nasil oluyor peki?" diye sordum
"Äcil durumlarda da ameliyat yapmiyorlar, sozgelimi kafa travmasi geciren hastanin sigortasi yoksa aylarca entube edilip tutuluyor, fakat ameliyat edilmiyor" dedi

"Bu yeni mi boyle oldu eskiden de mi boyleydi?" dedim
"Ben bildim bileli boyle" dedi

Çarşamba, Aralık 03, 2008

kömür dağıtımı



Bugün tansiyon ilacını yazdırmaya geldi. İlacının yazılmasını beklerken sinirle gülerek:
"Yahu Doktor Bey demin apartmana gelmişler bana 'Kömür ister misiniz?' diye soruyorlar,'Biz doğalgaz kullanıyoruz' diye kovaladım, cık cık cık" dedi
"Kim dağıtıyormuş, her isteyene veriyorlar mı?" diye sordumBilmiyorum, ben kimseye başvurmadım kömür istiyorum diye, bizim apartmanda da, mahallede de kömür alacak parası olmayan yoktur, herhalde her isteyene veriyorlar. Zaten önden gelip kömürü yıkıp gidiyorlarmış, sonra arkadan başka kamyon gelip yarı fiyatına alıyormuş. Alan memnun, satan memnun" dedi.
"Sizin apartmandan alan oldu mu peki?" diye sordum
"Bilmiyorum, şimdi kapı kapı dolaşıp isimleri topluyorlar kömür sonra dağıtılacakmış" dedi.

Pazartesi, Aralık 01, 2008

icra hakimliği



Bugün emekli bir hakim ilaç yazdırmaya geldi.
Hangi mahkemeden emekli olduğunu sordum, icra mahkemesindeymiş.
2001 krizinden sonra emekli olmuş.
"2001'de de icra mahkemelerine çok iş düşüyordu değil mi?" diye sordum.
"Tabii, o zaman benim günde 2000 dosya baktığım oluyordu, adım süper hakime çıkmıştı, ben de nasıl Galatasaray süper kupayı kazandı, öyle süper hakim oldum, zirvede bırakayım dedim emekli oldum" dedi
"Bir günde 2000 dosyaya nasıl bakıyordunuz?" dedim
"Pratik çalışıyordum. Ben tezcanlıyım, avukatlar aynı tip dosyaları üstüste koyuyorlardı, ben de seri bir şekilde karar bağlıyordum, şimdi mümükün değil. Artık yazdığın karar anında Ankara'da da görünüyor, dosyaları bilgisayardaki sırasıyla bakmak zorundasın program kabul etmiyor gruplamayı" dedi


"Dosyaları okumuyor muydunuz?" dedim
"Okuyordum tabi, ama biz artık yıllardır bu işi yapıyoruz, bakılacak kritik noktaları biliyoruz. Mesela dava 7 gün içinde açılmış mı, yoksa zamanaşımına mı uğramış. Avukat 3 sayfa dilekçe yazıyor , okumadım diye kızıyor. Ben onu okumam tabi, tarihine bakarım süre tutuyorsa tamam, tutmuyorsa onun itirazına başka mahkeme bakacak zaten" dedi
"Karşılıksız çekten hapse giriliyor mu hala?" diye sordum
"Şu anda benim bildiğim 1,5 milyon kişi bu nedenle takipte, kriz ağırlaştıkça bu rakam 2,5 milyonu bulur. Bu kadar insanı nasıl hapsedeceksiniz, bu nedenle sanırım çekle ilgili hapis cezasını kaldırmayı planlıyorlar" dedi.

Cuma, Kasım 28, 2008

yeni SUT*




Bugün bir eczacı kalfası, sigortası olmayan bir çocuğun reçetesini düzelttirmek için geldi.
" Reçetede karalama olmasının ne zararı var? Bu çocuğun sigortası yok, nasıl olsa ilaçları kendi parasıyla alıp reçete de kendisinde kalmayacak mı?" dedim
"Yeni SUT ile Ekim başından itibaren sigortası olmayan, 18 yaşına kadar tüm genç ve çocukların ilaçlarını devlet ödüyor, sadece % 20 katılım payı alınıyor" dedi


"Ne gerekiyor bunun için?" diye sordum
"Sadece kimlik numarası. 18 yaşın altında olduğunu ispatlayınca ilaçları veriyoruz" dedi
"Başka bilmediğimiz bir yenilik var mı?" diye sordum
"Eskiden gebelerin demir ilaçlarından yüzde alınmıyordu, artık alınmaya başladı" dedi

*Sağlık Uygulama Talimatı

Perşembe, Kasım 27, 2008

ev değişimi



Bugün epeydir görüşmediğim bir doktor arkadaşıma rastladım.
Laf arasında “Geçen yaz 1 aylık iznimi St Tropez’e de geçirdim” deyince,
“Pahalı değil mi oralar?” dedim
“Yok ev değişimiyle gittim, çok şahaneydi, seneye yine giderim” dedi.
Bir ev değişimi sitesinden anne babasının Gümüldür’deki 80 metrekarelik yazlık evini, Fransa St. Tropez’ede deniz kıyısında 400 metrekarelik müstakil havuzlu villayla değişmiş.
Evleri aynı anda değişebileceğin gibi, sırayla da gidip gelebiliyormuşsun,
”Biz iki gün kaymalı tarihlerde değiştik” dedi.

“Ayıp olmadı mı? Evler biraz dengesizmiş” dedim
“Hayır çok memnun kaldılar, seneye yine gelmek istiyorlar. Türkiye ucuz deniz tatili sunduğundan meraklısı çok, ben oraya mı gitsem buraya mı gitsem diye epey aday arasından seçtim bu evi” dedi.
“Para ödeniyor mu?” diye sordum
“Benim gittiğim site kayıt için 70 lira mı ne alıyor da sahibi benim hastam olduğundan benden para almadı. Ev değişince de bir ücreti var ama haber verirsen...” dedi
"Kız arkadaşınla mı gittin?" dedim

"Pastaneye simitle gidilir mi" dedi

Çarşamba, Kasım 19, 2008

işkembe paça




Bugün Sivas’lı bir hasta kan tahlili sonuçlarını almaya geldi.
Kollesterol düzeyinin eski tahlillerine göre düştüğünü görünce:
“İyi perhiz yaptınız herhalde” dedim.
Biraz sıkılarak:
”Valla Doktor Bey, ne yalan söyleyeyim, ben geçen ayı memlekette geçirdim. Bizim Anadolu’nun yemeklerini yedim. Biraz da sıkıntım vardı. Yaşlı bir kadın bana 'sıkıntın varsa işkembe paça çorbası iç, hem sıkıntını alır, hem de bedene dinçlik verir’ demişti. Her sabah işkembe paça çorbası içtim. Bol kebap köfte yedim. Bizim oranın köfteleri buradaki gibi ufak değil, kocaman kocaman, dört tane yedin mi doyarsın. Döner yedim, küçücük bir alanda 11 dönerci saydım, dönerleri de o kadar büyük ki, kol sarmaz. Saat 3’te hepsi bitiyor. Lüks bir lokanta var, dönerin üzerine tereyağını döküyor, yanında peskutan çorbası getiriyorlar; ayranlı yarma buğdaylı, orda yedim içtim, perhiz falan da yapmadım.” dedi
"Paçayı nasıl yapıyorlar orada?” diye sordum“Buradaki gibi söğüş kesip koymuyorlar, gerçek paçayı haşlıyorlar. Kara paça dediğimiz derisi üzerinde ütülenmiş paçadan yapılıyor, ayrıca derisi soyulmuş beyaz paça da oluyor, özellikle belirtmezsen karışık gelir” dedi
Değerleri normal olduğundan ilaç yazmadım, ve bildiği gibi yemesini önerdim.
Hastanın iştahlı anlatımı canımı çektirdiğinden akşama kelle paça çorbası yapmaya karar verdim

İlk fotoğraf: Diyarbakır'da paçacı

Pazartesi, Kasım 17, 2008

kesme çiçek


Bugün ek iş olarak çiçekçide çalışan bir öğrenci öksürük yakınmasıyla başvurdu.
Geçenlerde evlenme yıldönümümüzde eşime aldığım çiçekler çok pahalı geldiğinden
"Neden çiçekleri bu kadar pahalı satıyorlar?" diye sordum
"Kesme çiçek sektöründe kar oranları çok yüksek oluyor, %200-300 kar koyuyorlar, neden ben de bilmiyorum" dedi
"Çok fire verdiğinden olabilir mi, solan çiçekler atılıyor mu?" diye fikir yürüttüm
"Pek bayatlayıp da atılan çiçek olmaz. Soğuk dolapta tutunca çiçekler bir hafta dayanır, ondan sonra da şekerle, çamaşır suyuyla yaşatıyorlar. Siz taze diye alıp eve gidiyorsunu, iki günde soluyor. Bir haftalık ömrünü dükkanda doldurmuş çünkü" dedi
"Nasıl çamaşır suyu, şeker?" diye sordum
"Kesme çiçekleri koyduğunuz vazodaki suya bir damla çamaşır suyu damlatırsanız sudaki mikropları kırdığından çiçekler daha uzun yaşıyormuş. Şekerin mantığını bilmiyorum ama suya kesme şeker de atıyorlar" dedi
"Aynı anda mı atıyorlar?" dedim
"Hayır, genelde çamaşır suyu kullanılıyor" dedi

Öksürüğü için Benical cold tb 3x1 yazdım ve mevism geçişlerinde hastalıktan korunmak bol narenciye tüketmesini önerdimiçin .

Cuma, Kasım 14, 2008

numara taşınabilirliği




Bugün bir Turkcell yöneticisi çocuğunu aşıya getirdi.
"Nasıl gidiyor numara taşınabilirliği?" diye sordum
"Bizim açımızdan iyi başladı, ilk hafta 4 bin abone ayrılırken 50 bin yeni abone kaydı yaptık" dedi
"Ben abonelerin, yıllardır tekel olması nedeniyle kendilerine epey eziyet çektiren Tukcell'i cezalandıracaklarını düşünüyordum" dedim
"Ayrılan 4 bin kişi muhtemelen öyle, ama kalite nedeniyle özellikle Vodafon'dan kaçış var" dedi
"Telefonları iyi çekmiyor diye kırsal kesimden mi?" dedim



"Hayır kaçış özellikle beş büyük şehirde yoğunlaşıyor. Baz istasonlarının kapsitesi şehirlerde aynı anda oluşan yüksek talebi karşılayamıyor, abone çağrı alamıyor, bu nedenle olduğunu düşünüyoruz" dedi
"Tarife kampanyalarınız bana çok karışık geliyor. Biz hazır kartla ayda 100 kontör kullanıyoruz, bize uygun bir kampanya var mı?" diye sordum

"Sizin için en uygunu 50 kontör verip sadece Turkcell'le 2 hafta boyunca kullanabileceğiniz 250 kontör almak olabilir. Genelde kampanyalar ayda 50-60 lira üzerinde harcama yapan abonelere yönelik güzel avantajlar sunuyor. Bizde size göre pek birşey yok, ancak şirket değiştirmeniz lazım" dedi.


İlk resim Türk Telekom'un başarısız girişimi Aycell'in kolleksiyonculara düşen kartları.

Perşembe, Kasım 13, 2008

ekonomik kriz



İzin dönüşü Amerika'daki krizin yarattığı dalgalar polikliniğimin kıyısına vurmaya başladı:
İlk önce eskiden beri hep bakıcısının getirdiği bir oğlan çocuğunu bu kez gıda fabrikasında çalışan annesi getirdi
"İzinli misiniz?" diye sordum.
"Evet, kriz nedeniyle zorunlu izin verdiler, evde oturuyoruz. Satışlar bıçak gibi kesilince bütün depolarımızı doldurduk, odalarımıza, masalarımızın yanına kadar ürettik, fabrikayı kapatıp çıktık. Sipariş gelirse yeniden çalışacağız" dedi
İkinci hastam geçen yıl açtığı mobilya mağazasınn borçlarını işlerin kesilmesiyle ödeyemediğinden depresyona girmiş bir esnaftı,
"Döndüremeyeceğimi hissediyorum Doktor Bey, 100 bin lira borcum var, geçen gün uyuyayım bir daha uyanmayayım diye düşündüm" dedi.
Kendisine intihar ve ölüm düşüncelerinin depresyon hastalığında sık görülen bir bulgu olduğunu, depresyonun da aynı bronşit ya da yüksek tansiyon gibi bir hastalık olduğunu, ilaçlarla tedavi edilebildiğini, ancak ilaçların etkilerinin 1 ayda ortaya çıkacağını anlattım ve , bu süre içinde kendisine zarar vermeyeceği konusunda söz aldım.
Son hastam gıda çarşısında toptancıydı.
"Sizde nasıl işler" diye sordum
"Tamamen durdu. İçki dışında satılan hiçbirşey yok. Bende bebek bezinden makarnaya herşey var, sadece alkollü içki satılıyor, o da zam gelecek diye herhalde" dedi"Zam mı gelecekmiş?" dedim
"Bu hafta bekliyoruz" dedi

Cumartesi, Kasım 01, 2008

trompet



Son yazıma gösterilen ilgiye teşekkür ederim.
İzinli olduğum için hasta bakmıyorum, bu nedenle geçen hafta tansiyon ilacı yazdırmak için için başvuran bir trompetçiyle sohbetimizi aktararak yazılarıma kısa bir ara vereceğim
Hastama:
“Bu trompetteki üç tuştan nasıl bütün sesleri çıkartabiliyorsunuz?” diye sordum

“Dudağımızı gererek ve trompeti ağzımıza bastırarak ayarlıyoruz. Ağzı yanlardan gerdikçe gerdikçe dudaklar inceliyor, arasından çıkan havanın hızı değişiyor, bu şekilde mesela birince perdeden Si bemol, Re ve Fa sesleri, ve gerdikçe aynı seslerin üst oktavları çıkartılıyor. Tabi bu çok çalışmayla olur. Bizim hocamız bir gün çalışmazsan iki gün geri gidersin derdi. Apartmanda da dik seslerle çalışmak zor, habire geri gidiyoruz” dedi

“Trompetin çıkışına bir şey tutuyorsunuz? O ne işe yarıyor?” diye sordum.
“Onun 4 çeşidi vardır, kimisi sesi wah wah şeklinde çıkarmaya yarar, ya da soft çalacağın zaman orkestraya uymak aleti bağırttırmamak için ‘sürdin’ deriz onu kapatırsın” dedi




"Dizzy Gillepsie'nin yanakları neden o kadar çok şişiyor, sizinkiler gayet normal görünüyor” dedim
Gülerek:
“Onlar nasıl diyeyim, buranın çingeneleri gibi, hiç ders almadan öğrenmişler. Tekniği bilmediklerinden yanlış çalmaktan kaynaklana bir şey, makbul bir durum değil. Tekniği bilen insanın fiziğinde bir değişliklik olmaz. O adamcağız ses çıkaracağım diye yanakları şişiriyor, trompeti dudağının köşesine bastırıyor, orada da düğme gibi izi çıkmış, bunlar yanlış şeyler” dedi.

“Onun mu trompeti yamuktu, çarpmış da sesini daha çok beğenmiş öyle bırakmış gibi bir şey okumuştum” dedim
“O dediğiniz trompet özel yapım öyle açılıdır, ama bir konser sırasında çarptığı doğru, sesini beğenince düzelttirmemiş, öyle kullanmış.
1956 'daki Amerikan Dışişlerinin düzenlediği turnesinde İzmir'e de geldi, İkiçeşmelik'teki Saray Sineması'nda konser verdi, canlı dinleme fırsatımız da oldu” dedi





Burada da biraz asparagas görünse de, DizzyGillespie'ye özenerek yanlış üfleme sonucu sakatalan bir trompetçi var.

Pazartesi, Ekim 27, 2008

yaz saati

Geçen hafta başvuran bir bilgisayar mühendisine bilgisayarlar yaz saatine ne gün geçileceğini nasıl biliyorlar, bu her ülkede değişik, hükumetin kararına bağlı bir olay değil mi?" diye sordum.
"Hükumetler yaz saatine ne gün geçileceğine karar verince mücrosoft bunu güncellemlerin içine koyuyor, bilgisayarınızı güncelleyince Windows saati hangi gün değiştireceğini programlıyor" dedi

Ülkemizdeki uygunsuz özgürlük şartları nedeniyle bu yazıyı sadece yazabiliyorum, resim ya da müzik ekleyemedim

Cuma, Ekim 24, 2008

Almanya 1971



Bugün maddi darlık içindeki emekli işçi bir hastam ilaç yazdırırken beni akşamki Türk Sanat Müziği korolarının konserine davet etti.
“Koroya devam ettiğinizi bilmiyordum, enstruman da çalıyor musunuz?” diye sordum.
“Kendi kendime biraz keman çalarım. Esas gençken gitar çaldım, grubumuz vardı” dedi
“Nerede çalıyordunuz?” dedim
“Almanya’da. Askerden geldikten sonra işsizdim, abim Almanya’dan davet gönderdi. Turist vizesiyle 1971’de cebimde beş kuruş olmadan gittim iki yıl sonra 6000 markla döndüm. Gündüzleri hamballık yapıyor, geceleri barda çalıyordum. Gündüz 50 gece, bir daha 50 mark kazanıyordum. ” dedi“Niye döndünüz peki?” diye sordum
“Vizem bitti, yenilemediler” dedi
“Almanya işçi almayı kesmiş miydi o zaman” dedim
“Eyaletlere göre değişiyordu. Ben Berlin’deydim, Oranın yasalarına göre işyeri sahibinin bizzat Türkiye’ye gelip beni davet etmesi gerekiyordu” dedi
“Başka, işçi kabul eden bir eyalete geçseydiniz” dedim
“Geçemiyorsun ki. Berlinin etrafı duvar, Berlin’den çıktın mı Batı Almanya’dan çıkmış oluyorsun. Doğu Almanya’nın ortasında bir ada. Hatta ilk gidişimde Doğu Berlin’de havaalanına indik, Batı Berlin’e servis varmış ama beni gümrükte gencim diye şüphelenip durdurdular, soyup uzun uzun aradılar, servisi kaçırmışım. Dışarı bir çıktım ki, kimse kalmamış. Elimde adres var ya, çevirdim bir taksi gösterdim adresi; Brune Strasse.
Şöför; şimdi bizim şöförler turistleri kandırıyorlar ya, beni öyle kandırdı.
‘Tamam atla götüreyim’ dedi.
Gittik gittik, Brune Strasse’de apartman numaralarını yüksek sesle okuyarak gidiyor, 57-59 derken önümüze kocamaan duvar çıktı. Şöför
“Aaa senin adres caddenin Batı tarafındaymış, gidemeyiz dedi, haydi gerisin geriye havaalanına döndük. Sonra başka bir servis geldi de Batı’ya geçebildim. Hatta abim de merak etmiş”
dedi
“Batı Almanya’ya direk uçuş yok muydu ki?” dedimMahçup bir havayla “Vardı da abim ucuz olsun diye Bulgar havayollarının biletini yollamış. Bir gece de Sofya’da kaldım. Garda bir türk çingenesiyle tanıştık. Gel ben sana yardım edeyim dedi, beraber arabaya bindik, koca koca otellere gidiyoruz, içeri girip çıkıyor yer yok diyor. Meğer beni kandırıyormuş, 1971 de koca Sofya’da oteller dolu olabilir mi! En sonunda Gel bizim evde kal bari dedi, havaalanına yakın bir eve götürdü. Bana bir oda verdiler ama ben kalmadım , gece camdan çıkıp yürüye yürüye havaalanına kaçtım” dedi
“Neden kaçtınız?” dedim
“E mutfakta hepsi toplandı, nasıl yapalım diye konuşuyorlar. Benim üzerimde yolluk para var, o zamanlar çok türk işçisini böyle yok etmişler Bulgaristan’da . Ah ben ne belalardan, ölümlerden döndüm Doktor Bey” dedi gülerek.


Çarşamba, Ekim 22, 2008

soru bankası



Bugün emekli bir fizik öğretmeni ilaç yazdırmak için başvurdu.
Kendisine hala çalışıp çalışmadığını sordum. Bir dershanenin soru bankasında çalışıyormuş. "ÖSS soruları nasıl hazırlanıyor; kim hazırlıyor?” diye sordum “Bizler hazırlıyoruz, Ankara’ya gönderiyoruz. Bütün dershanelerden okullardan gelen sorular konularına göre birer çanakta toplanıyor, daha sonra seçici öğretmenler kapanıp hangilerinin sorulacağına karar veriyorlar.” dedi
“Hala soruları hazırlayanlar hapis oluyorlar mı?” diye sordum
“Evet 1 ay kadar sürüyor, dışarıyla hiç bağlantıları olmuyor, orada yiyip içip yatıyorlar” dedi
“Kaç kişi kapanıyor böyle?” diye sordum
“Her branştan en az 5 kişi var diye biliyorum, yani sekreteryası ile birlikte 100 kişiyi geçiktir.”
dedi
“1 ay kapanıp 100 soru hazırlıyorlarsa bu kadar kişi günde 3 soruyu seçiyor anlamına gelir. Peki nasıl oluyor da hala hatalı soru sorulabiliyor?” dedim
Onu da onlara sormak lazım” dedi.


Pazartesi, Ekim 20, 2008

papatyalı duralex




Tatil için gittiğim Kıbrıs'tan dönüşte 1977 yılında Kıbrıs'ı ziyaret etmiş olan kayınpederimle sohbet ederken o yılların Kıbrısı hakkında öğrendiklerim:

Aradan 3 yıl geçmiş olmasına karşın hala rumların terk ettikleri evler bomboş duruyormuş, içleri toz içindeymiş. Kayınpederim içini dolaştığı evlerden hatıra olarak pek çok aile fotoğrafı alıp Türkiye'ye getirmiş.
Kıbrıs o zamanlar bugünkünün tersine Türkiye'ye göre çok ucuzmuş.
Özellikle Duralex yemek takımlarını, kadifeleri, eleketronik eşyaları herkes kıtlıktan çıkmış gibi satın alıyormuş. Gittikleri otobüs dönüşte bavullarla dolduğundan yolcular Taşucu'nda başka bir araç kiralamak zorunda kalmışlar.

Girne'de alışveriş için girdikleri büyük bir mağazada tezgahtar kızlar Duralex tabakları çevirip çevirip yere atıyorlarmış, hiçbiri porselenler gibi kırılmıyormuş.
Bu gösteriden etkilenip kızlarına çeyiz olarak birer takım 'Papatyalı Duralex' alan kayınpederim eve gelince hanımına hava atmak için yeni aldığı tabaklardan birini yere fırlatmış, tabak tuz buz olmuş.

Meğer tabağı kıçüstü çevirerek atmak gerekiyormuş, yüzüstü atınca takımdan bir pasta tabağı eksilmiş.

Cuma, Ekim 10, 2008

elektrik üretimi



Bugün TEİAŞ’tan emekli bir elektrik mühendisi 'grip aşısı olsam mı' diye danışmaya geldi.
TEİAŞ ile TEDAŞ’ın ne farkı olduğunu sordum.
"Gerçek şirketler olarak kabul ederseniz, biri elektriği satın alıp diğerine veriyor, diğeri de dağıtıyor” dedi.
“Elektrik üreten sanayiciler de var değil mi?” dedim
“Evet elektirik üretimi çok karlı bir iş, bazen çok pahalı satıyorlar” dedi
“Nasıl satılıyor, ben de elektirik üretsem bunu TEİAŞ’a satabilir miyim?” diye sordum
“Evet, her sabah ihale açılır, açık fiyat kırma ile şu saatte elektriği şu fiyata satacağım diye günlük olarak anlaşılır” dedi
“Üzüm, incir borsası gibi yani” dedim
“Aynen öyle, özellikle puant dediğimiz akşam saatlerinde artan ihtiyaca cevap verebilmek için şirket çok yüksek fiyatlardan elektrik almak zorunda kalabiliyor” dedi“Sanayiciler üretimi nasıl yapıyorlar peki, kendi gereksinimleri için üretip fazlasını mı satıyorlar, yoksa asıl işleri elektrik üretmek mi?” diye sordum.
“Genellikle şöyle oluyor: Adam diyelim tekstil fabrikasında üretim için buhara gereksinim duyuyor, bunu doğalgazla üretip kullandıktan sonra bir de türbinden geçirip elektrik üretiyor” dedi
“Bu rüzgar santraleri çok pahalıymış öyle mi?” dedim
1 megawatlık bir tanesi 2 milyon dolar, ama dünyada talep çok, bugün sipariş verseniz ancak 4 yıl sonra teslim ediyorlar” dedi
“Peki 1 megawatlık değilde eve yetecek kadar, küçük, iptidai bir şey yapmak mümkün olamaz mı?” dedim“Yine de çok pahalıya malolur, ona harcayacağınız parayla ömür boyu elektrik satın alabilirsiniz. Ayrıca rüzgarın devamlılığı olmalı, yoksa estiği sürece aydınlanırsınız” dedi

Kalp, akciğer, şeker hastalığı gibi, ya da bağışıklık sitemini zayıflatacak başka bir rahatsızlığı yoksa, benim gibi pek çok hasta ile yüzyüze temas etmiyorsa aşı olmasının şart olmadığını, yine de aşılanmak isterse 65 yaşından genç olduğu için aşı ücreti olan 16 lirayı cebinden ödemesi gerektiğini söyledim.


Fotoğraflar Amerika'daki rüzgar çiftliklerinden.
Son fotoğraf ise otoyoldan geçen araçların yarattığı hava akımından elektrik üreten bir türbin.