Perşembe, Ocak 10, 2008

devrimcilik

İlaç yazdırmaya geldikçe yüzünün asıklığı, sürekli canı sıkkın, sinirli bir havada olması dikkatimi çeken emekli öğretim üyesi bir hastamın depresyonunu sorgularken uykusunun nasıl olduğunu sordum.
“Geceleri 3’te uyanıyorum, 6’ya kadar uyuyamıyorum” dedi.
“Ne yapıyorsunuz o üç saatte” dedim
“Düşünüyorum” dedi.
“Ne düşünüyorsunuz?” dedim.
“Politika” dedi.
Gece yatağında uyku tutmayınca politika düşünmesi ilginç geldi, politikayla ilgili neler düşündüğünü sordum.
Biraz tereddüt ettikten sonra “Düşündüklerimi söylersem suç olur” dedi ve ekledi “Benim politik bir geçmişim var, 68'li denen kuşaktanım. Üniversitede THKO’luydum. Deniz Gezmişler’le, Kızıldere’de öldürülenlerle aynı ekiptendik. 1970’de tutuklandım, 74 affı ile çıktım, tekrar üniversiteye döndüm. Tam akademik kariyerimi kuruyordum ’80 darbesi oldu, 1402 ile yeniden üniversiteden uzaklaştırıldık” dedi.
“Hangi suçtan hapse girdiğini sordum, söylemek istemedi. Selimiye ve Mamak’ta yatmış.
Deniz Gezmişler idam edildiğinde ne hissettiğini sordum.
"Bir şey hissetmedim, bekliyorduk zaten.
İdamlardan sonra bizi onların hücrelerine aldılar. Biz kendimizi de ölüme hazırlamıştık, ben de bir iki sefer ölümle burun buruna geldim, şans yardım etti kurtuldum” dedi.
Bir jandarma baskınında kapana kısılmış, “Jandarmaya da ateş etmek istemiyoruz o zaman, gencecik çocuklar, gerçi polise karşı da öyleydi” dedi.
Depresyon sorgusuna devam ederek genel olarak herhangi bir şey için şuçluluk ya da pişmanlık duyup duymadığını sordum. Sorumu politik olaylara dönük olarak algılayıp, kesin bir tavırla hiç suçluluk duymadığını belirti.
“Ben hiç suç işlemedim, geçerli yasalara göre suç sayılan işler olabilir ama bence suç değildi. Kimseyi öldürmedim, kendimi korumak için ayaklarından vurduklarım oldu ama onlar da iyileşti, sonra ayakta, yürürken gördüm.
Bu memlekette şu anda nispeten daha demokratik bir ortamın oluşmasında yaptıklarımızın etkili olduğunu düşünüyorum” dedi.

Uykusuzluk dışında depresyon bulgusu olmadığından sadece uyuması için Unisom tb 1x1gece yazdım.
Ayrılırken “Bu size anlatıklarımı eşim dahi bilmez” dedi.
"Nasıl yani hiç mi bilmiyor?” diye şaşkınlıkla sordum.
“Bir kere alkollüyken bahsedeyim dedim, ‘Aman sen de alkol alınca iyice saçmalıyorsun!’ dedi, ben de konuyu bir daha açmadım” dedi.

Fotoğraflar, 1970'lere ait fotoğraflardan a cloud of black smoke adlı kitabı derleyen Halil Koyutürk'e ait.

6 yorum:

endiseliperi dedi ki...

ben bu hikayeleri okuyunca ya da büyüklerimizden dinleyince, ağlamaklı oluyorum. onların, daha güzel bir dünya taleplerindeki samimiyet, çocuksu bir kendini feda ediş, sonrasında işte nefes alamayacak kadar gördükleri baskı ve sonundaki hayal kırıklığı beni çok ama çok kederlendiriyor.

ben de dün gece saat 3.00 te uyandım. ama politika filan düşünmedim elbette. benim bu dünyayı değiştirmeye gücüm yetmez. kaldı ki, düşünmeye bile tahammülüm yok. martin mystere okudum paşa paşa. erthur, yuvarlak masa şövalyeleri, yeşil dev efsanesi ile ilgiliydi. evet, bu dünyadan yeterince uzak bir konu çok şükür. sonrasında uyuyaklmışım yine. ben de öyle uyuyabiliyorum. politika ve dünyanın gidişatı hakkında gerçekler beni etkilemiyormuş sanısı yaratarak. evet, ayrıca sinirlerim bozuk ve kaşlarım da çatık doktorcum, ne dersiniz depresyonda mıyım?

:)

ssbb dedi ki...

Genelde tanı koyulamadığından istatistiklere yansımasa da Türk Toplumunda depresyon oludça yüksek oranlarda mevcut. Bunun nedenleri hakkında Dr.Ahmet Çelikkol'dan bir alıntı yapmak istiyorum:

'Adaletin kestiği parmak acımaz' diye düşünürken, haksızın değil, mağdurun parmağının kesildiğini görürsünüz.
Burada kesilip giden artık parmağınız değil, canınızın, varlığınızın bir parçasıdır ve gene kahrolursunuz.
Kesilen, mağdurun parmağı değil, kamu vicdanıdır ve sürekli kanadığına tanık olursunuz. İşte o zaman kişilerdeki stres yanıtları birikir; bir tür toplumsal nitelik kazanır. Kişiler kendi adaletlerini kendileri aramaya başvururlar. Bunun sonucu ise toplumsal karmaşadır. Bu türden yaygın toplumsal stresin diğer önemli sonucu, bireylerde 'Tükenme (burnout) sendromu'na yol açmasıdır. Bir ruhsal bozukluktan çok aşırı yorgunluk, bıkkınlık, isteksizlik, emosyonel bitkinlik, birçok bedensel görünümlü yakınmalar ile seyreden bir durumu tanımlayan sendromda kişinin içinde bulunduğu ortama yabancılaşması söz konusudur.
Sonuçta kişi içinde yaşadığı topluma küser, köşesine çekilir. Sonuç olarak, adaletin oluşmadığı, hukuksuzluğun kol gezdiği bir toplumda yaşıyorsanız, katlanılması en zor streslerin başında gelen adaletsizliğin, kişilerin bir bölümünü toplumu giderek geren toplumsal karmaşa çıkarmaya yönelttiğini gözlersiniz. Önemli bir bölümünün de toplumla ilişkisini kesmeye başladığını, tükendiğini, kabuğuna çekildiğini görürsünüz.
Konuya makro planda yaklaşırsak, toplumların bir bölümünün ekonomik, teknolojik ve kültürel anlamda geri kalmışlığı için sorgulanan sayısız nedenin ortak paydasının adaletsizlik olduğunu görebiliriz. En azından çok önemli bir yer tuttuğunu.

Yazının tamamına buradan ulaşılabilir.

Adsız dedi ki...

Yabancılaşanlar giderek azalmakta, giderek prototip olma eğiliminde sanki insanlar; birazcık okuyup, biraz fazlaca düşünenler, ya da yazıdaki gibi halen adil - dürüst olmaya çalışanlar giderek azalmakta, nesli tükenip yok olma tehlikesiyle karşı karşıyalar gibi geliyor bana. Bu açıdan bakınca da; iyi, en azından bu nedenlerle depresyona girme sıklığı azalacak diye düşünüyorum...???
Sosyal adaletsizliğe gelince; ne gezer artık ülkemizde... Herşey güllük gülistanlık değil mi?...

Yeditepe İstanbul dedi ki...

Ah ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardınız siz!..

siyahlale dedi ki...

Deniz gezmiş dönemindeki insanlar(hastanız gibi)ışığın etrafında pervane olan kelebekler gibiydi.Kelebeklerin kaderini, etrafı aydınlatırken, yanına yöresine iyice sokulanları kömüre çevirecek “ışık”lar belirleyecekti. O ışık için ölmeye değerdi. Işık, büyük bir iktidardı ve her çağın ilahıydı. Bireysel aşklar, bilim, din, ideolojiler, siyasi iktidar ve para, tarihin her döneminde, aradığı kelebekleri bulmuştu. Kelebekle ışık arasındaki aşk, karşılıksızdı- ki o nedenle doyumsuzdu. Hep daha fazla çaba gerektirirdi, ışıkla özdeşleşemedikten, ışığa dönüşemedikten sonra. Işık, kelebekleri birer birer tüketirken, belki de onların kayıtsız şartsız kendisine teslim ettikleri ruhlarından da güç alarak parıldayışını sürdürdü. Onun etrafında daha hızlı dönenler birer kahramana dönüştüler. Külleri bütün dünyaya savruldu. O küllerden yeni Aslılar, Ferhatlar, Mevlanalar, Denizler doğdu.

Bence her konuda olduğu gibi bu konuda da çok pişmanlıklar, çok depresyonlar yaşandı. İnsanların hayatlarında derin izler bıraktı. Dış güçlerin oyunlarıyla canlarından olan birbirini kıran döken insanlara oldu olan, hala da olmaya devam ediyor. Bundan etkilenmeyenler sadece oyunun kurucuları. Yazık çok yazık bir devrin gençlerinin bu oyunlara gelişleri ve perişanlıkları.
bu ülkenin insanları ne zaman refaha kavuşacak. ne zaman bitecek bu kaos bilmiyorum. Ve biz bunu görebilecekmiyiz?
sibel (cafecihan.blogspot.com)

Adsız dedi ki...

En üretgen yıllarımıza, sevdalarımızın yüreklerimizde fıkır fıkır kaynayıp, dolup taştığı yıllara götürdü bu akşam bu dizeler beni..
başka bir blogdan ulaştım bu satırlara...D.bakırda banyo kazanlarında yaktığımız dergiler,kıyamayıp köşe bucak sakladığımız kitaplar geldi aklıma..
sevdamız uğruna sevdalarımızı ertelediğimiz yıllardı.bu ülke için ne hayallerimiz vardı..
selam ve sevgiler..